27 Şubat 2008

demişti...

arayı açıyorum. herkesle ve kendimle. kendime giderken yani gideceğim en uzağa, kaybediyorum yakınımdakileri...
belki de. aram açılıyor, zamanla; bir türlü çözümlenemeyen o hain cellatla savaşıyorum
ve yine belki de, bile bile yenilgiyi...

bu sabah kapımı çalarken

kendimi, ikiden fazla olduğunu bildiğim bir sayıya ayırdığımı hatırlıyorum, bundan yüzyıllar önce, sanki. anlatacak hikâyeleri olmayanlardanım ya da hikâye anlatamayanların, kendilerini hikâyesiz hissetmeleri ile benzeşen bir atmosferdeyim. tam olarak ne olması gerektiğinden de emin olamıyorum fakat ne olmaması gerektiğini çok da iyi biliyorum. kendimi bazı vakitlerde silkeleyip toplayınca, bir o kadar da farkında olmama rağmen, kendimi, kendime, ne olmaması gerektiğine yakın olarak buluyorum, toplamda.
ve ben, o tanımadığınız ben değilim.

25 Şubat 2008

al sana başlık be karamurat

son yirmi dakikadır hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. yirmibirinci dakikada bu duruma içerleyip bir çay söyledim. bunların hepsi geçmişte kaldı be murat. simit yer misin? yok ben almayayım, ama söylerken almiycam dedin. bazen olur. merhaba ben doktor falanca, bir tane leptapım var. ben filancanın yanından geliyorum, selam söyledi. çay söylesene, değiştir, peki. kız sen istanbul’un neresindensin? merhaba, ben bir program yüklerken bilgisayarım kapanıyor. aferin. ben de bu akşam nerde yesem diyordum, sırtımda hafif bir ağrı var. inanmazsan sor. ben aslında biliyordum ama işte. bilirsin, hani, olur ya, bazen, i yazmak isterken ya da virgül koymak isterken elin ürgüp’e değer ve komikü olur bazen, olur ya, haniü, bilirsin. pazartesiyi de bitirecem ulan, dünyayı da kurtarıcam. bilader tuzu uzatır mısın, uzatma lan tamam. kes. ctrl + v. ctrl + z, ctrl + z, ctrl + z…

24 Şubat 2008

sigara almak için yoldaki bir bakkala girdiğimde cino çikolata gördüm, çok duygulandım ve onu yedim. sigarayı da daha sonra başka bir bakkaldan aldım. metro istasyonuna girmeden önce, havanın geçen haftalara göre daha bir ılımlı davrandığını düşündüğümü hatırlıyorum şimdi. sonra lost izlemiştim. bir de prison break, ardından simpsons. simpsons komikti. rushmore filminde, bill murrray’in ağacın arkasına saklanıp öğretmeni izlerken öğretmenin onu fark etmesiyle devam eden o sahneye çok gülmüştüm. ayrıca, royal tenenbaums filminde ağzından sigarayı bırakmayan kadının geçmişinin gösterildiği o kısa sahneye de. vakit yatmak için erken olsa da, yarın işe gidileceğini düşündürecek kadar geç olmuş, şimdi onu düşünüyorum, sonra görüşürüz.

18 Şubat 2008

içerisinde at koşturabilemeyeceğin

hızlı adımlarla yaptığım yürüyüşümü kesmeden, siyah renkli ayakkabılarımın üzerinin az da olsa çamurlandığı gördüm. böylece zamandan tasarruf edip etmediği mi düşünmüyordum bu sadece böyle olduğu için böyle yazıyordum.
gideceğim yer, daha önce de birçok kez gittiğim bir yer olduğu için, sanki gidilesi pek zor değilmiş gibi bir his veriyordu bana. kulaklarımın donacak kadar üşümüş olmasını bile biraz sonra hatırlayacaktım.
pek hatırlamasam da ne hakkında olduğunu, yürürken yine bir şeyler düşünüyordum.
aniden yürüdüğüm yol üzerindeki sokak lambalarının birçoğu sönüverdi, başımı yukarı kaldırıp lambalara bakarken birden gözüm aya doğru kaydı, sonra da siyaha çok yakın koyuluktaki mavi gökyüzüne.
hâlbuki şu bahsettiğim an sadece bir dakikalık bir zaman dilimine aitti. ama işte benim için hayat sokak lambalarını söndürüp, aya bakmamı sağlarken, sokak lambalarının sönmesi için bir trafik kazası gerekmişti ve bu kazada biri hayatını kaybetmek üzereydi, etrafta insanı iliklerine kadar donduracak bir hava vardı.
evsiz bir dünya vatandaşı yine kendi gibi sahipsiz bir köpekle soğuk rüzgârın pek erişemediği tenha ve kuytu bir yerde uzanmıştı ve aslında adam zaten soğuktan ölmüş ancak köpek yalnız kalmamak ve onu yalnız bırakmamak için orada yatıyordu.
elektriğin kesildiği bölgedeki bir evin perdesine içeriden bir ışık vuruyordu. muhtemelen de mum yakılmıştı ve belki de ‘hay ben bu elektriklerin’ deniliyordu bir çok evde. ve evet sonra nasıl oldu da oldu hiçbir şey olmamış gibi oldu.
burası zaten su içmek için mutfağa gittiğim kısımdı ve odam çok soğuk olduğu için beynim git ısınacak bir yer bul lan salak, diyordu ya da buna benzer bir şey. hazır konu değişmişken, unutmak istediğin bir şeyler olduğu zaman biraz üşü iyi gelir her boku unutabilirsin. bazen bazı şeyler uzun zaman alır fakat bla bla bla gibi bir cümle de bünyeye iyi gelmez çünkü yarın işe gitmeliyiz, erken yatıp erken kalkmalı, önce sola sonra sağa ve sonra, son kez olarak da sola bakmalı ve mutlu bir hafta başına başlangıç yapmalıyız. ama bu demek değil ki, gibi bir girişle zaten bu dünyaya da bir şey veremezsin, ancak sabah metroya kadar yürümek için karlar üzerine basacağın o sıralarda ağzında büyük bir salatalık dilimini yerken çıkan o sesin, karlar üzerine bastığında çıkan o sesle benzeşmesine dayanarak, dünyaya ben de bir kar parçasıyım mesajını verebilirsin. ne de olsa ağzın var, salatalık da elinde.

2038, yamalı bir asfalt üzerinde. pazar. çoraplarım mavi, saçlarım taralı.

8 Şubat 2008

altı karış

filin üzerinde bir kaç tur atmak hiç de fena olmazdı.
ne var ki, olayın aslının fille de ilgisi yoktu.
bir yerlerde aitlik hâli olacaktı cümlenin.
filan

6 Şubat 2008

the life aquatic with steve zissou

derin iz tarafından sobelenince, artık klavyenin üzerindeki tozların temizlenmesi gerektiğini anlamıştım. yazmaya başladıgım ilk an, klavyeyi temizlemediğimi farkettim ama hiç bozuntuya vermeden bu işi de bitirdim. şimdi temiz bir klavyeye sahibim. hem de kablolu.

bill murray'in oynadıgı filmlerin hastasıyımdır. replikler tabi ki bomba ancak ve özellikle de olaylara karşı sakin tavırlı bir yüz ifadesi takınması, duruşu, oturuşu, kırıp geçirir beni gülmekten.


film: the life aquatic:

steve zissou: silahını ona doğrultma, karşındaki maaşsız çalışan bir stajyer.


-jane(hamile olan kadın karnındaki bebekten bahsederek) 12 yil icinde 11.5 yasinda olacak.
-zissou: bu benim en sevdiğim yaş.


- köpekbalığına benzeyen
anormal bir balığa rastladık!
10 metre uzunluğunda, pek bilinmeyen
sırt yüzgeci var, her tarafı benekli!

- güdüm zıpkınıyla sırtından vurdum!
- esteban'ı yedi!
- esteban'ı ısırdı mı?
- yedi!
- öldü mü yani?
- esteban'ı yedi!
- olduğu gibi mi yuttu?
- hayır! çiğneyerek!



- steve, şurada seninle konuşmak
isteyen bir adam var.
- ne lazımdı ihtiyar?
- bunu imzalar mısınız lütfen?
- bir de bunu.
- bunu da.
- daha kaç tane var?
- pekala, bak, kalanlarında
imzamı taklit et.
- bunu evde de yapabilirdim.
- defol buradan.


geleneksel olarak, birine bu görevi devretmeliyim. fekat demem o ki, ben bir kişiye değil de bir ekibe bu işi devredeyim. bitirim ikili olarak da; sahneye doli ve folyo'yu davet edeyim. hay allah publishe de basmış bulundum artık...

yıl olmuş kaç, sen hala ne?

bir alttaki yazı ile bu yazı arasında 15 seneden fazla zaman var. neredeyse 6000 gün. altıbin adet doğmalı batmalı gün. hepsi de adrese tesl...