29 Eylül 2005

kalmadım

sen o kadar yaz, yaz, yaz. monitörlerden yayılan radyasyon üzerine bir de depresyon yay, yay, yay. olacak iş değil. tamam da, yok ki öyle bir şey. abartıyorsun. zaten hastayım. tylolhot mudur nedir ondan da içiyorum. ilaç içince bir haftada, içmezsen yedi günde geçer demişler ya grip için, niye çabalıyorum. evde de kimse yok. sanırım açım, tek başıma iken bundan bile emin değilim. sanırım bu durumu da hastalığa havale edebilirim. mpüçlerin bulunduğu diski de birine verdik, kaldık mı şimdi masaüstünde duran üç mpüçle. sanırım bu aralar çok sanırıyorum. sanmamam lazım, sanıp sanıp durma. hastaymış, içtiğin kaçıncı sigara olum-lan-ulan-ulen-ülen bugün. sana bu hastalık yakıştı, yakışıklı oldun. biraz da jöle sür genç dursun. dursun askerde, az kaldı bitecek ama karadeniz’li değil.

s(b)en

otobüsten indiğimde, nereye geldiğimin bile farkında değilken, gözlerim senin nerede olduğunu arıyordu. onca insan var etrafımda, bana sadece kuru kalabalığı çağrıştıran. seni arıyor gözlerim ve sende gözlerim, aradığımı bulmuştum; odak noktası. insanlar hızlıca koşuştururken sadece ikimiz vardık yeryüzünde; zamanın durmuş olduğuna şahit olan. ellerimiz boş gelmiştik, sadece ellerimiz ellerimizde olacaktı. aynı anda atılan bir adım, aynanın yansıması gibiyiz, aynı duygular, aynı soluk, aynı bakışlar ve derken ışıklar söndü. insanlar kayboldu. otogar gökyüzüne çekildi. ortalık sessiz sedasız, çöl fırtınası bitmiş gibi; biletler havada uçuşuyor birazdan yağacak yağmurun habercisi bulutlar, güneşi karartıp, ayı çıkartıyor. gök gürültüsü ve ardından sert yağmur taneleri düşüyor yere. tam o sırada ayın kapısı açılıyor, iki yağmur damlası alıyor ve götürüyor bizi… içerisi karanlık.. tekerlekli sandalye üzerinde götürülüyoruz. bir kapı önünde duruyor yağmur taneleri ve kapının ardındaki sessiz çığlıkları avuçlarımıza dolduruyorlar, tekrar ilerliyoruz....ve bir adım daha atıyoruz. sana sarıldığım an bir çöl fırtınası daha… hızlı çekime rağmen yavaş hareketlerimiz, yarına ait güneş doğuyor üzerimize. gözlerimizde iki damla; yağmur damlası..

27 Eylül 2005

ve o an; zaman

ve durmaksızın;
yarılanıp için,
yaralayacak sabrını,
kanayan gözlerin,
ağlatacak düşlerini,
sızlayan yürek,
dışlayacak içindeki şeyi.
ve bir şeyi anlayacaksın
hiçbir şeyi...

o an; zaman

zaman tek başına
ne bir ilaç, ne bir neden, ne de bir sonuç

ellerini tuttuğumda
unuttuğum şeydi belki zaman.

düşündükçe varlığını hissettiğim,
düştükçe var olduğum.

belki de kollektif bir yalandı zaman,
bireysel hatalarımızı kapatmaya yarayan.

ve durmaksızın yarılanıp,
yaralayan...

zaman

akrebin peşinden mi koşuyoruz yoksa yelkovan mı iteliyor bizi? saniyenin üzerinde hızlıca dönüyoruz da farkında mı değiliz? günlerin yavaş, yılların hızlı akması hangi akrep ve yelkovanın oyunudur? zaman, saatin içinde mi gizlidir? yoksa saat mi zamanın? dünya mı onu, o mu dünyayı döndürür? aynaya baktığımda gördüğüm şey zaman mıdır? aynanın bana gösterdiği şey zaman mıdır? havadaki azot miktarı zamandan fazla mıdır? ciğerlerimize soluduğumuz zaman mıdır? soludukça bizi büyüten, büyüttükçe yaşlatan, zaman mıdır? saat durunca zaman durmaz, zaman durunca saat durur mu? zamanında varamamak, saatinde gidememiş olmak değil midir? elma düşerken, tas yüzerken yine akıp giden şey zaman değil midir? zaman hepimizi görmedi mi? her yaratığı tanımadı mı? hepimizin içine işleyip bize bir şeyler düşündürtmedi mi? bu kadar şeyi zamana mı bağlıydı yoksa zaman mı bu kadar şeye bağlıydı? ben tek siz hepiniz diyen zaman mıydı? kral tahtında kurulu olan o değil midir? bundan yüzyıl sonra, şu an hayatta olmayan milyarların da takılacağı şey zaman değil midir? doğarken de akan, ölürken de akmayacak mıdır? ölürken aksa da ben ölünce zaman bitmeyecek midir?
bitecektir. ben ölünce o da bitecektir. zaman, işte o “zaman”…

26 Eylül 2005

...

ellerini yüzüne götürürken hissettiği şey acı koydurmazdı yediği çorbaya düştü uçan sinek ilacı alıp marketten çıktı alıp raporu müdüre götürmeye gelmişler inzibatlar asker kaçağı olan genci çok severmiş aşıkmış ona hatun topuklu ayakkabılarını tak tak kapıya vuruyorlardı adama tekme tokat dalıyorlardı insanlar sıcak yaz aylarında denize düşmüş yılana sarılmış yastığına ve ağlamaya başlamış inşaat ustaları tadilat işine gelirse çalış yoksa kapı orada bir köy varmış uzakta olan annesini özlemiş çocuk babasını kaybetmiş ve ellerini yüzüne götürürken hissettiği şey acı

24 Eylül 2005

ayırın beni kelimeden, ben "dahi"yim

ayırın beni kelimeden, ben "dahi"yim

evde de, işte de, sokakta da...
uyurken de, ayaktayken de...
orada da, burada da, şurada da...
görülüyor ki, her yerde.
öyleyse hakkını vermeli..
"o"nu ayrı yazmalı...
çünkü kendisi bir "dahi"...

destekleyelim;
bugün de-da nın başına gelen yarın bizim de başımıza gelebilir.

buz


dökülüyor dudağımdan harfler
ve ünlü ünsüz çakılıyor yere
her düşüş; bir sızı..
her sızı; bin kurşun..

22 Eylül 2005

tüken...

tüke(n)dik. mez dedik. iverdik. meyecektik. emeyiz demiştik. ecek ne olabilir ki, demiş bulunmuştuk. mek. memek için çok şey yaptık. tildik mi acaba? tilen mi olduk bu yolda. ttik biz kendimizi. tici olduk; sevgimizde... nen sen. nen ben. miştin. miştim. miştik...

göz kırıkları; endişem

her akşam bir önceki geceyle yatıyorum, sola dönüyorum devamlı, sağ tarafımı yok sayıyorum… uykuma cam düşüyor; göz kapaklarım parçalanıyor; sağımı arıyor solum, solum sağımda… sabaha uyuyorum; geceyi yaşayarak.. uyandığımda midemdeki ekşime ve ağzımdaki o tat gelmeden aklıma; sen düşüyorsun varlığıma… kalbim zaten bende değil… yüzümü yıkarken, yüzünü görüyorum; lavabodan akan suda… akıyorsun… suyu kapatıyorum akma boşa… nereye gidiyor bu akıl; aptallık denen sözcüğe beni ekliyorum. -lığımı buluyorum her seferinde… ıslak yüzüm; silmiyorum, sen damlıyorsun her yanıma… her damlaya dokunuşumda; acıyor duyularım, duygularım… bir ayrılığa mı çıkıyor tüm sevgiler… doğarken ağlayan; gülecek midir ölürken..

cam batıyor gözlerime, açamıyorum kapaklarımı; ya sen yoksan sağımda…

21 Eylül 2005

ol tek şeker

çay içiyorum... bugünlerde ellerim titriyor, masa ile ağız arasındaki mesafede kaybediyorum damlaları. iki elimle depremlerle içebiliyorum. yakındır çökecek bu beden. volkan patladı patlayacak, birisine ya da birilerine denk delecek; delip geçecek, geçip gidecek, eritip içecek. erol şeker lazım şeker; tek şeker...

düğüm

Yatağa uzanmışım… soğuk ekranın başından daha çok yeni kalkmışım… gözlerim buz gibi, ısı alışverişinde. soğuk… ılık… sıcak… sen kadar bir sıcak ve varmışım o dereceye… gözüm gece lambasında, sigara elimde… gece, gözümde; unutmuşum seni içimde… çıkarıp yatağa uzatsam seni ve yan baksan bana, ben sende olabilindiğince ben kalsam. Sigaramı unutsam, onca sigaramı içmiş küllük bir tane sana yansa… tüten soluklarımız bastırsa sigarayı ve ona ait kokuyu. Uyanmasam, soğuk ekran, kara yalan, deli zaman; hepsini atsam içine bir çırpıda söndürsem topunuzu içimde, bir sağlıksız-ojen kussam… bitirsem… sussam.. sen yan baksan, doğrulsan, açsan gözlerini. Hikâyelerimiz karışsa miş-di ler den ecek-acak lara. kipler unutulsa, cümlelerimiz öznesiz okunsa, yükleme varmasa. noktalama işaretlerinde durmasak; varsın ceza kessin, edebiyat kalemi sınırsız parkurda…
tıkırtı,
Gece gözümde, sen içimde, sigara elimde, küllük dibimde… sigara eriyor, ben son nefeste…

adım; adım adım

dünyada yeteri kadar insan var. şu an yaşayanlar (bende) ölene kadar yeter bana; gerisi figüran kalsa, bir şey kaybetmem. kaybetsem de bilmeyeceğim. bilmemek güzel; sarışın ve mavi gözlü bir bilmemek.. aptal bile olsa ya da nitelendirilse...

20 Eylül 2005

sobe furyası [click]

Bu kez Erdal Eser sobelemiş...
Yazılarında, benim yazamadığım türden yazan ama benim düşüncelerimi içinde bulabildiğim Derin İz ile başlarım blog âlemine… Pelin’e uğrarım halen seferi mi diye… la panse’nin not defterine hangi ruh hâli yansımış ya da hangi çekik gözlü filmi izlemiş diye bakılır. Ardından jonquille tıklanır, “damla aromalı yazılarına yenisini eklemiş midir? Sanmam” düşüncesi ile. Wanna Run a koşulur; bırn bırn özlemi giderilir ya da tekir ve pisi pisi kıvamında bıdı bıdı yapılır. Hurra Ufuk İlter’e benim yüzümden dağılmış olsa da ağzı burnu severim abimizi, yine hangi konuyu irdelemiş diye bakılır… Buz perisi nam-ı diğer bessy hanım neler yazmış diye koşturulur ardından bessy nin mutlu mekânına; infamous fable’a yatay geçiş yapılır. Perhiz için bitkisel, blurlanmak için matthew kerdeşimize yolumuz düşer. Sonra ver elini karablok, oky ne atmış kuyuya da millet ne çıkaramamış diye, bilirim ki; oky bir şey atmamışdır kuyuya.. Ligeia tıklanır ve bir miktar depresif serum takarız damardan alırız dört tarafı kara insanını… Gece ye uğrarım gündüz vakti, yine kendine neyi dert etmiş ve dert ettiği ne ise ne ile kandırmış kendini diye… alüminyum folyo hanıma gidilir; artık evlenmiş olmanın verdiği durum yazılarına nasıl yansıy/or/acak… Wykka her ne kadar uzun süre yazmasa da hep tıklanır; bakılır ihmal edilmez… uzun bu bitmez; bakmak, yazmaktan daha kolay… duygu, şekerpare, pink, blackalem, caulerpa, yazı masası, mercan, …, edepsiz, mandalina, silenzio, wanadoo, mızrak, kitap günlüğü ( aylık dergilog), nikita, nahnu, simiole, vebihamdik, erdaleser, metebilge, kahperengi ...... bitmezzZzzZzz

başıma kitap yağacak

Derin İz tarafından ebelenmişim.

**Kaç kitabın var?

Ne bu şimdi sorumu. Eheh.


**En son aldığın kitaplar nedir?
Wagner Olayı; Friedrich Nietzsche
Tolstoy – Hz. Muhammed
Mehmet Açar – Siyah Hatıralar Denizi
Sözlük aldım bir de. Mehmet Doğan – Büyük Türkçe Sözlük ( 1500 sayfa) Türkçe konuştuğumu sanıyormuşum; inceleyene kadar…
Windows Server 2003


**En son okumakta olduğun kitap?

Şahika Egeli – Kanatlarını arayan kadın



**En çok etkilendiğin dört kitap?

Abdurrahman el-muhacir’e ait 4 ciltlik serisi kitap adı var da yok…

Bitti.

19 Eylül 2005

mekân dostundan bazen/enbaz

bazen kelimesinin kökü nedir acaba?..."baz" ve "en"i ayrı ayrı düşünsek çözebilsek bile, bir ters yüz edilmişlik hali var nedense..."baz" aldığımız ve "en"leri çok yoğun hissettiğimiz, sıkıştırılmış zaman dilimleri mi yoksa "bazen" dediğimiz şey. eğer böyle olsaydı "enbaz" dememiz gerekirdi... diye düşündü nedense beyin, benden bağımsız...

18 Eylül 2005

re/play

Yazdıklarım dökülüyor; ben yazamadan, yırtılan sayfalarda,
bir bir, önceyi yaşıyorum, sonrayı kaybederek...

kara-şam

yağmurun şehri felç ettiği bir akşam geçiyordu üzerimden. sıkıntılı bir yolculuğun ardından kendimi evde buluyordum.
çıplak hissediyordum kendimi; hissizlik elbisesi bedenime işlenmiş. o yarım yamalak hâlimle kendimi unutmuşken kendimde, elektrikler kesildi; acı veren bu karanlık; akşamın karanlığını da katmerlendirdi ve ben sus pus oldum kendime; kendimle.
içime dönmüş hâlime, seni de katarak, yatağa uzandım. düşünceler ektim yastığıma; damla damla. yastığa damlıyordu düşüncelerim; kimi zaman kırmızı, kimi zaman pembe, bazen de siyaha çalıyordu rengi. sonrasını hatırlamıyorum. rüyama girmiştin, bunu uyandığımda fark ettim; senin o eşsiz kokundan; aklımdaki kokundan… gözlerimi açtım senin tadın vardı üzerimde. toparlayamadan o “sen” ve “sensizlik” hâlimi, bir kesinti daha. bu kez hem gecem karardı hem sensizliğim… olduğum yere yığılmışım; avuçlarım sımsıkı… sanki kaybetmek istemezmişçesine…

kifaf

Toprağı kazıp, bulutları çıkarmalı,
uçan bulutları, satmalıyım kendime…

usulca
saldım gökyüzüne…
bulutlar eksildi, yeryüzünden…
gökyüzü
ışık ekiyorum, boş toprağa…

yeryüzü bir kolos,
ya kendisi …
sabâ çarptıkça yüzüme,
inanıyorum yüzüne
yüzüme…

gitmeli şimdi adım saymadan
bekle geliyorum ardından
bekle; adımlarım..

16 Eylül 2005

.

soğuk ve soluk

gözyaşlarım
kırmızı
a
k
ı
y
o
r
.
.

yalın hâlim; sessiz...

İçimden bir şey koptu, çok ağırmış; nasıl bir kelimeydi o… elim varmıyor şimdi hiçbir şeye… kanım kırılıyor, pıhtısını kaybetmiş, renksiz akıyor… nasıl da ölüm koktu bir an bedenim…

15 Eylül 2005

hasat

dökülüyor birikmiş hüzünlerim;
hızlı akan sonbahar edasında.
ilkbahara varıyorum, koşar adımlarla.
biriktirdiğim gözyaşlarım,
mutluluğu yeşertiyor dallarımda
ve ben açıyorum senin yanında…

uyanışlarım anlam fısıldıyor kulağıma.
düş bırakıyorum gittiğim yollara
sen ekiyorum böylece ardıma
karanlık bekleyişin sonunda
aydınlık esiyor dört bir yanımda

14 Eylül 2005

“SEN”im benim

şimdilik adını “sen” koydum. “sen” in aslında “sen” olduğunu çok iyi biliyorsun ve neyi ifade ettiğini de. ikinci tekillikten başka bir şey ifade etmez diye düşünenler için; içimdeki kitabın ilk sayfasını açıp gösteremem kimseye.

sana ait cümlelerim ve cümleleri oluşturan kelimelerim, işte o kadar sahip çıkıyorum kelimelerime; hepsi sana ait diye. bozuk musluk tadında damla damla akarken sana harflerim, şimdilerde denize karışıyor cümlelerim; adına “sen” dediğim o masmavi denize. sen ki, denizine sadece gökten düşenleri katıyorsun, keşfedilmemiş kıtanda… “sen” kıtasındayım, adını “sen” den almış olan “sen” denizinde yüzüyorum. suyun “sen kuvveti”ni uyguluyorsun bana; beni her ıslatışında…
bıraktım kendimi sana…
şimdi açıyorum ilk sayfasını içimdeki kitabın; başlıyorum okumaya:
duyuyorsun değil mi?

birik/intilerimiz ve tirdiklerimiz

mühürlü bir duvar saatine kilitlemiştim; senlere dair yaşamımı ve içinde kendimi. sanki söz verilmişçesine; mühüre dahi el sürmedim. nede olsa sana aitti ve bu aitliği beraber görecektik. açıldığında, zaman elime düşecekti ve bize kalacaktı… paylaşacaktım seninle elimdeki zamanları… bir sana bir bana diyecektim ve avuç avuç alıp doluşturacaktık ceplerimize. avuç dolusu şeker almış çocuk neşesinde bakarken sana; gözlerinde bulacaktım kendimi… işte o anda; cebimizdekiler düşecek ve biz aldırış etmeyeceğiz; sen bana, ben sana el uzattıktan sonra...


susacağız
...
susamış olacağız
...
..
.

12 Eylül 2005

üşüdüşüm

sensizliğime, düşler örttüm. başında bekledim gelirsin diye…
karıştırdım düşlerimi, sensizliğimi hissettim ve hissettikçe hüznüm arttı.
bekledim gelirsin diye… akrep ve yelkovan kaçıncı buluşmasında, ben bekliyordum
gelirsin diye…
bir ara düşlerim seslendi; üşüdüm, ört üstümü diye…

11 Eylül 2005

Morol

düşlerimle örtüyordum her gece, yokluğunun üzerini...

son(u)yanış

uykusuz bir sabahın doğuşu
savaş doğar sabahıma
geceler müptela duman yoluna
müzik eksik notalarıyla
kusurlu dans anında
siyahın bana aitliği
aitliğinin bana aitliği
aklım ve kısa ziyaretleri
dönüşte ekmek kırıntıları
siyah renkli sokak lambaları
utangaç sokak kedileri
ayaklarımın garip hâlleri
elimden gelen; sigara, çakmak
benden giden, esenlikler.
Senden bana, mutluluklar
her sabahım savaş,
her sabah, kaçan esirler
gider tek tek, akıldan..
ben son esiri savaşın
bir yanım, noksan sana
bir düş düşer, sabahıma
tek kalmışken savaşımda
kolla beni, son sabaha…

sobe furyası [k.s.k.z.]

Askerliğini yapmadın mı daha?
Neden bu kadar şaşırdın. Hayatta şaşılacak çok şey var hâlbuki.


Bilgisayar kaç para?
Çok para. Evini satsan alaman yani. O derece.

En çok hangi şarkıyı seviyorsun.
Şu soruyu biraz daralt ya da sus.


(Tokumdur ya da istemiyorumdur).
Vişne yer misin?
Almiyim sağ ol.
O zaman şundan al
Yok, tokum ben sağ ol
Şundan al
Yok
Şunu ye
Hayır
Şunu
Yok
Şunu
Yok
Şunu
Haaaaaaaaaaayııııııırrr. Kâbus gibi

O değil de bu ebe sobe geyiği nasıl başlıyor, ben onu çözemedim =)
Buyrunburdan yakın;
Ligeia, derin iz, pelin...

10 Eylül 2005

yoğun(laş)an

Son sürat hız yapan arabanın içindeyim. Arabanın içerisinde gözleri yola baktığı kadar yoldaki sana da bakan biri var ve her yanımdan çıkan, akan, bastıran bir sen daha varsın. O derece çoğulsun bana ait o dar alanda…

Direksiyon fazla kıpırdatılmıyor, düz bir yol, uçsuz bucaksız, belki de dünyanın yuvarlaklığını kendime ispat edebileceğim kadar düz bir yol ve o düzlükte seyrediyoruz; sen ve ben… Sessizliği bozmak için teybe uzanıyor elim, on tuşunu bulmakta zorlanırken parmaklarım, yoldaki seni kaçırmamak gayretinde gözlerim. Maksimal derece basgitar, elektrogitar ve bateri karışımı polises uğuldamaya başlıyor ve bu dar alanda gitgide daha da darlaşan ben, seni haykırmak istiyorum. Bilinçaltımdaki tüm “sen”ler, sana aitler, bir bir yüzeye çıkıyor, adeta kusuyor bilinçaltım ve müziğin her ritminde biraz daha sertleşiyorsun aklımda… Öyle bir karmaşa var ki içimde; tüm dış etkenlerin katkısı ile daha da çılgınlaşıp, dengesizleştirdiği bir beyin ve beynimin kalbim ile yaptığı “sen” düeti… Her yer sen, sen, sen… Bitmiyorsun, bitemiyorsun onca zaman geçmesine rağmen, delirme noktasına gelmiş ve sınırlarını zorlayan beynim; daha “sen”lerin başlamadığını haykırıyor tüm damarlarıma… Istırap değil bu yaşadığım, öyle bir yoğunluk yaşıyorum ki sana dair; hiç bitmesin istiyorum her saniyesi ve her anı...
ve bitmesin diye bırakıyorum kendimi orada, yazmıyorum daha fazla…

7 Eylül 2005

yok bi'şey

milli takım bu akşam maçı almış da olsa benim şu an canım sıkılıyor. kendimi çok yalnız hissediyorum bu gece. hâlbuki ben bunu istememiştim bu gece için. aşı olmaktan çekinirim, ama yalnızlık iğnesini illa bu gece batıracakları tuttu; kalbime. wither diyordu elin gavuru müzik eşliğinde, ben de sözlere uyuyordum. iğneyi tutanın belki de yalnızlık sezonumdan haberi dahi yok ama bu neyi değiştirir. ben yalnızlık eliyorum kocaman elekte, ki delikleri tıkalı, boşa kürek çekmek bu olsa gerek. biri beni benden alsın bu gece. suyuma ilaç katsın. aşırı dozda su içmeliyim, en ilaçlı yerinden bardağın. birileri beni uyandırmasın, ben ne zaman uyanacağımı bilmediğim, uzak bir tarih seçerim kendime…

6 Eylül 2005

sessizol

her gün onlarca kez inip çıktığım merdivende kaç basamak var bilmiyorum. ayrıca bilmek de istemiyorum. basamaklardan biri diğerlerine göre daha yüksek, bazen takılıyorum. basamaklar o zaman aklıma takılıyor. o basamağı seviyorum hem ayağıma hem aklıma takılıyor. takıl bana hayatını yaşa mı diyor. mesaj var mesaj ama ben anlamıyorum. anlamak da istemiyorum. mesaj gelince beep etmesi lazım. sessizde mi yaşıyorum yoksa ben. biri beni genele alsın.

11

sessizliğimi haykırdığım zamanlarım vardı ve sonunda haykırışlarımın tükendiği anlarım...ama şimdi sen varsın, tüm soluğumla varlığını hissettiğim bir sen varsın.. ve şimdi tüm haykırışlarım sana; "seni seviyorum"a...

senhiçlik

yanımdasın ya sen; hiçbir şeysizliğim bile anlamlı anlamlı bakıyor gözlerimin içine, ki odaklandığım her hiçbir şeysizlik içindeki hiçliklerde bile sen varsın…

rüzgar güneşi

her yerde rüzgar esiyor, aklımdaki rüzgarlar seni uğulduyor ve kıpır kıpır düşüyorsun canımın yapraklarına, ki her düşüşünde damla damla bir mevsim açılıyor içimde; mevsim güneşe dönüyor, güneş sana...

5 Eylül 2005

ilk 11im /bir eksikle

E'nin "lütfen"i ve ardınden gelen "..."sı; bu bile mutluluk verici.

1-) Yazın yağan yağmurun oluşturduğu o nefis toprak kokusunu içime çektiğim an.
2-) Placebo'nun o harika parçalarından herhangi birini duyduğum an.
3-) Ofisten ayrılıp, sokağa adımımı attığım an.
4-) Net bağlantısı koptuktan sonra geldiği an.
5-) Anne veya babamın yüzünün güldüğü an.
6-) Yanında olduğumda bana keşke şurada olsaydımı dedirtmeyecek insanların yanında olduğum an. -“keşke şurada olsaydık” denebilir –
7-) Kendi irademle uyandığım an. -Pazar günü-
8-) Kendime yakın bulduğum insanlar ile tanıştığım an.
9-) İstediğim gibi nefes alarak yaşayabildiğimi hissettiğim an.
10-) Yazmak, yazmak ve yazmak...

karar veriyorum, ayağa kalkın =)
üç kişi; pelin, derin iz ve ufuk ilter

4 Eylül 2005

bakkalım bakkalsın bakkal

Ne zaman bilmediğim bir semtte bir adres ya da yer arıyor olsam, kesinlikle bakkallara sorarım. her esnafa sorulmaz bu soru. bakkal bambaşkadır. mesela bizim mahallenin bakkalına kimi sorsan bilir; beni benden iyi bildiği konusunda şüphelerim var.

bakkala yanaşıp;
-selamun aleyküm abi,
-buyur gözüm ya da buyur bilader,
-falancanın filanını arıyorum
-buradan düz git iki sokak sonra sola dön orda.

birde böyle bakkallara bir şey sormak için girdiğimde; “ulen erol çok yüzsüzsün bari bi sigara falan al” derim kendime. elimden geldiğince almak isterim fakat bazen elimden gelir ama cebimden gelmez.

ufak tefek iken ben, bakkalcı olmak isterdim ve hatta bu kadar çikolata, şeker gibi şeylerin onlara sırf bakkal oldukları için bedava verildiğini düşünürdüm. Bakkala salak derdim içimden; ben olsam hep yerim…

3 Eylül 2005

sen-ki-ben-ki

senin bana bakarkenki gördüğün beni, benim sana bakarkenki gördüğüm seni... senin elini uzatırkenki beni, benim elini tutarkenki seni... taksiye binerkenki beni, taksiden inerkenki seni… gazoz kapağı oynarkenki beni, ip atlarkenki seni… cillileri kazanmışkenki beni, ip atlarkenki yanmayan seni… uçan jet jumbo izlerkenki beni, clémentine izlerkenki seni... action man isterkenki beni, sindy bebek isterkenki seni… bunun için ağlarkenki beni, onun için ağlarkenki seni… şimdi bakarkenki seni, görüyorum sanki beni… evet, evet; ben senim… sanki, sanki; sen benim…

2 Eylül 2005

birlikte lokatif

gökyüzünde buluşalım, bulutlardan evimiz olsun, içinde doyasıya ağlayalım seninle ve gözyaşlarımız yeryüzüne insin yağmur diye, herkes çekinsin gözyaşı yağmurlarımızdan ve korunmak istesin o özlemin ateş damlalarından… canımız sıkıldıkça; o gezegen senin, bu gezegen benim zıplayalım; el ele, kol kola… meteorlar, sevgimizin kalkanı olsun ki, kimse dokunamasın saf yüreğimize… susadıkça okyanuslara uzanalım, geri alalım gözyaşı yağmurlarımızı, beklemeden buharlaşmasını… ver elini, al elimi… beraber geceye gitme vakti, ayın ışığı olalım birlikte, yeryüzü ışığımızla yaşasın aşkını… şimdi uyku vakti, bekle güneş biz geliyoruz…

güldürenkeşif

yorgunum…
bir ağacın altında oturuyorum ve durmadan “sen” düşüyorsun kafama…
yerin çekimi, göğün itimi oluyordun hayatımda…

1 Eylül 2005

iki yarımay, biz ediyorduk...

Sigaramı çekiyordum, derin derin içime ve her çekişimde seni soluyordum. Aklımda sen tütüyordun, ben tenine olan hasretliğime özlem ekiyordum. Etrafımda karanlık geceyi aydınlatan yarımay ve ben o manzaraya gümüş gül dikiyordum. Aklımda seni çevirtiyordum, seni aklıma çevirtiyordum. Duman oluyordu her nefesim ve manzara buğulanıyordu. Buğulu manzaraya adını işliyordum "sen" ile "ben"i topluyordum biz ediyordu, gümüş gül diktiğim manzara üzerindeki yarımay, oluyordu bir dolunay ve gece daha bir aydınlanıyordu; biz gibi…

gelgit

...
hoş geldin
...
boş gitme!
...

yıl olmuş kaç, sen hala ne?

bir alttaki yazı ile bu yazı arasında 15 seneden fazla zaman var. neredeyse 6000 gün. altıbin adet doğmalı batmalı gün. hepsi de adrese tesl...