28 Aralık 2005

üst'alt'olan

ardında kalan. ve kalan, çıkan, bölünen ve sonuca eklenen. bir umutsuzluk eşiğinden dönen, döneduran. sürüklenen, bir dur’ak bekleyen. beklerken zaten orada olan, bilmeden. ve fakat bilemeden değil. elini umutsuza cebine attığında sürüklediğin, kırık dökük’lükler. içinden dökülen kırıntılar kimi zaman yüzüne işlese de bu bir arka kapak, en sona bırakılan. ki en sona bırakılan dur’ak ve zaten üzerinde olduğun, arka kapağına baktığın, ve hâlen gidişi beklediğin bulunduğun noktaya; bulunduğun noktadan. bir cümle sonu noktası... ve elin kelimelerin üzerinde, biri nokta öncesi, sana göz kırpan; ters istikamet... ve zaten ardında kalan. o kaldıkça, gittikçe zaman... soluklanma, anlamadan, geç git, hızlı akıyor şimdi. durma noktalar virgüller sana değil aitliği. onlar ki zaten hep olacak ve hep olmalı, olağanlığına takılmadan yaşamın. ve düşündükçe ve durdukça ve kaldıkça ve gittikçe... ne olursa, oldukça... sonuç hep aynı olacak ve işte dur’aktan veya noktadan geriye bakacaksın. ve zaten eriyip giden bu değil midir? eriyip götüren ya da sen neresinden tutarsan, işte o noktadan, dön şimdi kapıya kapa ardını; ardına...

23 Aralık 2005

eşittir, eşit midir?


günler'im elimde ufalanır oldu. saate baktıgımda dağılmış parçaları görür oldum. hep geç kalınmışlık ve günü bitirmişlik birikiyor... değişen bir şey olmadı. sadece üç adımda bir iken, altı adımda bir oldu.
baştan beri aynıydı konu'm'um. değişen bir şey olmadı. aslında benim yanımda gibi göründüğü hâlde tam karşımda duruyormuş. fiziğin cevap anahtarında beni bazen şaşkına uğratan ayna sorusunun cevabı gibi.
acele mantık dedim adına ya da her ne durumda nereye konması gerekiyorsa o noktadan baktım. cevap anahtarında bulunan delik kısımlar yanlış da işaretlenmiş olabilirdi. bunu düşündükçe, içimde yalın ve yarım kalmışlık görüyorum. iyice kısıyorum gözümü ki, hafif eski görebileyim durumu siyah beyaz kırışık resim misali.. kendimi eleştirmem demek kendimi kandırmam demek gibi bir sonuca cıktım. beni başkasının eleştirmesi ise doğru olandı. biraz uzattım içimde bu konuyu, harita metod defteri doksanaltı yaprak.. önsöz koymadım, sonsöz için yer ayırdım. ve iyice matematiğin ters orantısına kapıldım. gelişigüzel bir sayfa açtım içimden, eşitsizlikler çıktı karşıma, adaletsiz, adaletbiz; adaletiz... iki bilinmeyenli denklem ve vazgeçtim; sonuç verilmiş, çekildim kenara bilineni oynamaya...

15 Aralık 2005

ben'siz anlat'ım


küçük yaşam sıkıntılarının içinde, aslında bildiğin ancak dürtü'leşen farklılığın ve ortaya çıkan, yansıyan kimliğin sarar kendi eksenini...
ve
kimi zaman normale dönsen de, öteki normaline döndükçe, dönesüren bir sarmalama, en başa doğru, belirleyemediğin bir sondan önce ve akan zamana rağmen zamanı öteleyen, hep bir başlangıç daha seçen...
her normaline yakalandığın an gözünden dökülen, kimi zaman kendine kızan ve uyandığında geçiş yaptığın öteki'sine...
güneş ile ay kimliği konar adına...
şimdi ne desem seni anlatır,
ben büyüdükçe...

bir harf tutar beni
tutar ve bırakmaz.
tutar ve taşıyamam...
kelime olur dökülürüm...
ve büyüdükçe
cümle

dönegelen

bir yalandı
koşan peşinden
ardı sıra, ardı dağ
sıradağlar, sıralandı
aramıza
bir yalandım
peşinden koşturan
ardından, yandön dolan
saplan
aranıza
bir yalandın peşleri
koşturan elleri
ovuşturan
camları buğulayan
ağlayan, yanan, saplanan
her seferinde
aynı aptalca
yalana
kanan
deli divane
yanan
...
ellerin
nerde

11 Aralık 2005

zaten, hep, dönesüren

bir zaman
dilimi.
yine aynı şey peşinde
peşinde olduğunun farkında olmadan
neyin.
aynı noktaya.
noktadan noktaya.
uzun süren koşuşturmaca.
ve eksik hissedilen bir an
yakaladığım bir avuç toprak
kokusu.
kokuyu bıraktığım; zaman.
takvimler yaprak dökümünde
boş bir sayfa elimde
ve koparılmayan yaprak.
yeni gün, rüya eşliğinde.
rüyamda yıkılan,
virane şehir.
altında kalan, toprak
ve kokusu.
ve uyandığımda
hatırımda kalmayan
belki de kalamayan
kaldırılamayan
bir zaman.
ve zaten.
akıp da giden.
giderken, götüren.
ve
tam burada sana uyan,
benim anlatmadığım
senin kendinden çıkardığın
ve zaten.
sustuğun.



ve zaten, hep sonuç.

8 Aralık 2005

kal

bir ışık düşer,
tutarım ellerinden.
aklımdan,
suskun, suskun
geçer ve gider-sin.
sadece gitmez ve zaten
gitmemişsindir
ne kadar gitmemişsin.
ya da bırakmamışsındır.
soluklanırsın,
her dönüşlerinde.
zaten geriyedir dönüşler.
ileri doğru bir dönüş,
gidiştir.
sen dönersin,
ya da bırakmamışsındır.
bırakmamış olman,
ileriye gidiş, ya da bir geriye dönüş
ile süsler, aklının
yoğun trafiğini.
ve zaten
süslüdür.
ki süstür,
hayatında ve aklında…

2 Aralık 2005

günbugünlük

bazı yoğun yoğunluklar aldı götürdü, satamadan getirdi ya da buharlaşmadan falan falan falan. yorgun ve argın’ım, -cüneyt arkın’ım- biraz da dargın, değilim. ooolum dur bi. bi dur. bugün doğum günüm, iyice çöktüm. kaşımın altında gözüm, hemen yanında burnum var, aşağı doğru devam ediyor, bittiği yerde bıyık’ın bı’sı var. sakalın da sa’sı var. müdür bey “artık kessen” diyor. “bak bugün cuma hocaya mı okutcan” diyor. ben de gülüyorum. neden gülüyorum. karşımdaki insanın müdür olması ona her esprisi için önceden artı puan saglıyor. baba da öyle. yaş itibari ile beşte devre onda biter, sana dört averaj diyorum. pastamı kesiyorum, önce mumları üflüyorum. üffffffffffff sıkıldım.
number one : amd athlon™ 64 processor

27 Kasım 2005

kimi sıra-lar

işte o zaman;

elektrik olmaz
şehirde
bulurum seni

canım ayazda kalmış bu sıralar,
ben
ışıksız,
şehir sensiz
ve
sen şehrim.
bu
sıralar,
adımızı kazıdım
sıralara...
ve
işte
sen
benim
ve
işte
ben
senim

işte öyle bir şey

düşlerime sığdırdım
tıkabasa
ve zaten sen dolusun
aklımda
eğer dolu olan yer
aklımsa

senin olmaman değil
yanımda seni bulduğum an
tıkabasa

gözbebeklerim pembe bulut
kadar
düşsel bir mutluluk haykırışında
sesini ver bana, kulaklarımdan
yok gibiliğinden var lığına
düştüğümde
var oldugunun şaşkın hâlime
yalın hâl katarken sana dair
ne olursa olsun
sesini
verdiğin andır, işte o zaman.
içten ve sıcak...
sıcak bir çorba..

hasta bir yatakta, hasta olarak bulunurken, hasta sözler sarf ediyorum.
hasta bir kişilik olmasam da kişi olarak hasta olmak, benim bahanem
bana ne denirse densin. mazeretim var, yatağım hasta.


ilgisiz

"gözlerime inan-a-mıyorum" nidası'na. inanıyorum.

fiske

kadın programlarını sunduran, sunan, katılan, gerçekten izleyen, alkışlayan, kendine yakın bulan...


dünyanın en büyük gücü, medyadır.

26 Kasım 2005

sinema

bloga ve -lara uzak kaldım epeydir. la panse sinema karelerini fırlatmış bu taraflara, geç de olsa gördüm. hadi dedik vesile olsun bu kareler yazmaya. şimdi yazayım dedim de, ben öyle resim ekleme ve açıklama falan yapamayacağım. şimdiden yok bi'şey. ilk aklıma gelenler;

-donnie darko
-GIA
-before sunrise ve before sunset
-run lola run
-mind hunters
-mullholand drive
-trois couleurs: bleu
-eternal sunshine...
-the life aquatic
-closer
-memento
-house of sand ang fog
-lilja 4-ever
-kill bill
-duvara karşı
-abre los ojos
-lost highway



işte bunlar var aklıma gelen. resim ve açıklama yok ama. zaten tüm açıklamalar sinema sitelerinde mevcut... acelem var ondan. evet :)

23 Kasım 2005

şimdi ama şu an değil

şimdi ben berbere gittim. şimdi gitmedim. hem içeride berber diyemiyorsun. eğ kafanı diyor. eğ lan kafanı diyince, arada bulunan lan'ı çıkarırsan cümlenin anlamı bozulmuyor. şimdi burada berber diyorum. berber. berber. kes dedim, makina ile. sac maç kalmasın, kalsın da az kalsın. yok dedi soğuk havalar. kafayı üşütürsün dedi. ikili oynadı. tamam dedim bildiğin gibi yap. kışlık kesiyorum dedi. ben sustum. zaten susuyordum, konuşmuyordum. merhaba ben erol. yanları yazlık kesmiş. merhaba.

19 Kasım 2005

as

farzet ki, şu an bulunduğun yerdesin.

mor-ör-s

bir umudu yaşatırken içinde, hiç olmanın anlamını düşünür müydü insan? hiç düşünülerek varılabilir miydi yokluğa? koşarken durmak-sızın var olmak ne derece geçerli bir tezdi?

olsa olsa bir mevziydi kaçışlarımız; son ve en büyük saldırıdan önce...

13 Kasım 2005

bu kez, defa kere

bir gün gelir de o gün pazartesi olursa
ve o gün gelir de ben o günde olmazsam
o gün, ben, o güne yetişememiş olursam
ya da gün benden önce gelmiş olursa,
ve o bana yetişememiş olursa,
işte o gün -hangi gün-
amerikan filmi kaçkını biri gelir de
kapımı bir gün önce çalarsa
ben de ona gününü gösterecek olsam
ama o gün benden sonra gelecek olsa.
gelecek o gün olsa, olacağı gün, bugün olsa
ve hatta o gün geçmiş olsa.
ve işte ben, günümü şaşırsam, gün de beni,
arada kaybolsam, bir arada iki derede,
bir gözüm dünden, diğeri yarından...
ben de bu satırlardan baksam.
sam sam sam.

yılın son çeyreği ben hep böyle olurum.
hep böyle olan yılın son çeyreği,
çeyrek kesmez beni.



sen öyle san.
san san san.

12 Kasım 2005

heya mol-a

düşümde bir ayna kırıldı. kendimi hiçbir parçasında göremedim. göremediğim her parçaya her bakışımda, ürktüm; anlam veremedim. vermek de istemedim. her parçayı tek tek topladım. bir ağaç aradım. zaten üzerindeymişim. bunun bir rüya olmadığını söyledim, aynaların düş kırıklıklarına, yapraklar sürtmeye başladı. o sese uyandım. uyandığımda uyuyordum. yoktun ya hani, işte yorgunmuşsun. ve zaten dinlenemeyeceksin.
şimdi ne dersem geleceğe ait. şimdiki zaman; gelecek zamandan, geçmiş zamanın çıkartılmasıdır. dilimleri aynı ve yutulur olduğu sürece. süre, sürece sürecek. sürece oldukça. sıkıldığıma anladığımda hazır cümlelerimle yaşamaya başladım. imarsız, plansız, programsız bir cümle cebim. elimi her atışımda cebime. elimin cebimde olduğunu farkettim. uyumak istedim. ayna kırıldı. başa döndüm.sonra ne oldu. öncesi oldu. ve yine. şimdi de sonrası. geleceğin geçmişe bölündüğü bir yerde buluşmak için...

5 Kasım 2005

4 Kasım 2005

bir paket ben

* sabah uyandığımda, uyanışımın sabaha olmadığını bilirim -yaşarım-
* hayatımda yer eden insanları –konu komşu, akraba, arkadaş v.s- sadece görünce bilirim. görmezsem unuturum, aynaya da o sebeple pek bakmam.
* bir ağaç dikmek için yakın ve güzel bir yer arıyorum, ölmezsem ona bakıp, kendimi iyi hissedeceğim.
* yaz gelince soğuk, kış gelince sıcak ister ya her insan, bir türlü ortası yoktur. her insanın sorununun –her örneğin büyüğü küçüğüne- bu olduğunu bilirim -düşünürüm-
* hayatın zor olduğunu bilirim(z), ama zor olanın hayat olmadığını da, bilirim-düşünürüm-

* msn’in her türlü eklenti “smiley”lerinden –varsayılanlar hariç- nefret ederim.
* windows’un açılış ve kapanış seslerinden nefret ederim.
* yeni çıkan bir ürünün, bir önceki modeline göre üstün özellikleri olmasına rağmen, bir önceki modelde bulunan bir özelliği barındırmamasından nefret ederim.
* winamp’ın 3.0 dan sonraki tüm versiyonlarından nefret ederim.
* işletim sistemi yüklenmesi, ardından sürücülerin, ardından gerekli programların v.s kurulumu işlemlerini içeren zaman diliminde bulunmaktan nefret ederim.

* yeni bir kıyafet aldığımda, aldığım yerden yeni kıyafetler üzerimde olarak çıkarım. artık eskileri elde taşıma vaktim gelmiştir. yenileri de zamanı geldiğinde…
* yemek yerken bıçak kullanmak zorunda kalmaktan nefret ederim, zaten kesmeyen bıçak kullanıldığı için, işi iyice zora sokuyorlar.
* sigara içmeyi seviyorum, bırakmayı denediğim zamanlar oldu ama neden bırakmam gerektiğini düşündüğümde hep bir sigara yaktım.
* yazdığım zamanlar benim en keyifli an’larımdır. bir sigara ve kahve eşliğinde. mutluluk annemin yaptığı pilav değildir. pilavın tadı hep aynıdır.
* telefonla kimseyi arayıp sormam. aranıp sorulurum. zamanla, aranmaz sorulmaz olurum. bu beni mutsuz etmez. çünkü mutsuzluk da annemin yaptığı pilav değildir.

* hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımı düşündüğüm zamanlar, ölüm aklıma gelir. ölmeyi düşündükçe ise sadece “hiç”lik.
* film izlemeyi çok seviyorum lâkin bir türlü izlemeye başlama, karar verme kısmını beceremiyorum. kitap için de aynısı geçerli.
* birilerine bir şeyler anlatmayı ya da bir şeylere yorum yapmayı pek bi’ seviyorum. ukala olduğumu düşünenler ve/veya söyleyenler için. evet öyleyim, bildiğin gibiyim, diyorum.
* yaptığım iş ve şu an ki yaşamım bana ait değil gibi, çıplak ayakla toprağa basacağım bir hayat büyütüyorum içimde…
* ve ben onu çok seviyorum, eğer o her kimse, biz beraber bir, her kimseyiz. ve elini tuttuğumda, hiç kimse…

3 Kasım 2005

sızıntı

girdiğin yerde bir delik,
sen girdin hayatıma,
ben sızdım
delik
ten

ben sızdıkça
sen kapladın
sen kapladıkça


hangi sonucu
çıkardın
sen
veya
o
veya
herhangi
biri

sonucun
sensin
seç.

ben artık
ben
değildim.


yoksa

sen artık
bir
bendin.

2 Kasım 2005

tamam iyi böyle

evde yaklaşık iki aydır yalnızım. yarın da bayram. eli öpülecek insan yok evde. kendi elimi öpeyim neyse o değil de perdeleri bile yıkadım ben. sigaradan sararmış zaten. iyi oldu. perdeye benzedi. asması sinir bozucu olsa da, ışığı yansıtıyor ev daha aydınlık görünüyor. istanbul’a gidecektim vazgeçtim; hava soğuk, yollar falan şimdi epey yoğundur. yorgunum, yol çekesim yok. abla bekliyor ama umarım anlayış gösterir. birbirinin tam olarak devamı olmayan cümleler kuruyorum. bir tane de bardak kırdım, önemli değil tek kalmıştı garip. uzun zamandır bu tip şeylerden bahsetmemişim. del pierro eskisi gibi oynayamıyor. psv dünkü kadroyla fenerbahçe karşısına çıkarsa, fenerbahçe’nin şansı sıfıra yakın. bayram için şeker almamışım. faturaları ödedim. ev sıcak, yarın bayram. ramazan bitti. tatil var, acayip mutluyum. bulaşıkları yıkamalıyım. iyi bayramlar efen’im ve perde iner.

1 Kasım 2005

ve ile de vurgunu

kurgu ve vurgu
kolkola girmiş
've' ile 'de' birbirine
biz ise; inadına olacak

döneceğimiz şehirler arıyoruz
yeni bir terk edişten önce

've' ile 'ya' birleşiyor veya
hafifletmek adına acıları
've' yağıyor 'ile' lerin üzerine
sen ile ben
senli benli
senle ben olana dek

ile...

31 Ekim 2005

de ki; ne var?

şimdi bir bakalım elimde neler var. “çekip gitme isteği”. radiohead no surprise diyor. aklıma edward norton dayanıyor. evde sabun bitmiştir. Aklımıza çok önemli bir “iş”’i pazartesiye bıraktığımız geliyor ve bizi hemen yarını yaşatıyor bugünden; bugünü unutarak. o sırada gözümün önünden geçen kişi, tarantino oluyor ve elinde bir hattori hanzo kılıcı, uzatıyor bana. david linch yapımı bir puzzle var karşımda. aklıma her şeyi bırakıp bir steve zissou olabilmek geliyor; bu böyle gitmez, diyerek. “amenebar” giriyor aralıktan içeriye, “aç gözünü” diyor ve kâğıt imzalatmak istiyor. donduralım seni, bir ara açarız, bakarsın duruma göre yaşarsın. bir gidin güzelim başımdan, ben 75 model bir “guguk kuşu” olmak istiyorum. oruç aruoba “de ki; işte” ile yaşam var ise ölüm diyor. gözüm saate kayıyor. sigaramı yakıyorum, kahve yanı başımda. genetik bir kopyam karşımda bana bakıyor. örümcek adam mısın ulan sen. öyleyse ben de süpermen’im. âzad edilmişim ama hâlen bir köle isaura’lık var hayatımda. baron kim onu da bilmiyorum. karşımdaki örümcek adam, baron olabilir mi? öyleyse süpermen’de köle isaura. roy vedas, fragments of life diye robotik sesleniyor. where is my mind. pixies giriyor kulağımdan ve diğerinden çıkıyor. saat geç oluyor-nasıl oluyorsa- gözüm kapanıyor gibi, sahil kasabasında bahçeli bir ev. bağımlı olmak zorunda kalmadığım bir “hayat”. sorumlusu benim. olursa bana, olmazsa bana. kronik rahatsızlıklardan kurtulma yeri. üçüncü dünya savaşında dağda kalsam, açlıktan ölürüm. kendimize bu kadar mı bi’şey katamayız. Şebnem’in çakıl taşları var bende o bile yok. sunay akın çok biliyor, her şeyi, al hıncal’ı vur sunay’a. her şeyden az bilip, çok şey bilmek. bir artı üç eşittir dört, iki artı iki eşittir dört, dört değilse de ikisi de aynı sonuç. tencere kapak. acıktım şimdi ben. duşa girsem, ıslansam. süpermen ve örümcek adam’ı boğsam. geri dönüp yine ben olsam. bayram da geliyor. yeni kıyafet alıp, ne kıyafetler gördüm içinde süpermen’ler yok ne örümcek adamlar var üstünde örümcek resmi var. the cure lullaby ile finish yapıyor. suyum ısındı. kahve mi içsem, duşa mı girsem?

29 Ekim 2005

faili meçhul

ellerim uçurumun rüzgârında
avuçlarımı açıp saldım, boşluğa
son baskısı yalnızlık romanımın
uçurum rüzgârında roman satan elim
ve elim cebime gider
cebimden çıkan zar’lar
sallarım zar'ları, uçurumdan aşağı
en aşağı, en uçurum
yine seni gösterir
uçurum ve aşağısı
rüzgâr ölümü estirir yüzüme
sen içindeki beni öldürürsün
kalp izleri bırakmıştım
yüreğinde bilemiştim o izleri
keskin çizik atılmış; kalbim...

cinayet sanığı, soğuk göz yaşların
ayrılık vakti ölümden, içimden
ve içimde büyüyen bir kız yatar,
saçları kıvrılmış dudaklarına
ve uçurum çözülür gözümden...

gözlerim titriyor, depremler başımda
soğuk rüzgâr uğultusu, kulağımda
içimde bir cinayet, kız uyuyor
kız kalkıyor, düşüyorum…
avuçlarımı tuttum, en uçurum
kendimi bıraktım, en aşağı
düşüyorum, zar'lara doğru…
ve uçurum;
bir cinayet sanığı…

28 Ekim 2005

off ki ne on

bugün koşarak kaçıyorum, koşarak kaçtığım ‘bugün’ bitmek üzereyken, sürekli geçmişe varıyorum. evde yalnızım. fonda bir müzik, sessiz. geçmişi çıkardım koydum kenara. kenarda birikenler… aklımda bir kelime var, nereye koyduğumu bulamıyorum, acaba kenarda mı kaldı. kenarda birikenler çok fazla. elimi atsam başka bir şeyler denk gelebilir. içime düştüm. karanlık. bir ışık buldum üç harfli, mum değil sen. soldan sağa, yukarıdan aşağıya; sen. içimde bir sahil kasabası var. parkın denize sıfır yerinde. ayaklarım aşağı sarkmış, başım yukarı. başımı yukarı çeken; sen. güneş, ışık. ay ışık. sen ışık, üç harfli bir aydınlık. içimden çıkıyorum. başımı sallıyorum anca kendime geliyorum. ekranda ışık, sen ışık, kelimelerim sen, üç harfli ışık; sen. ev hâli ne güzel, bir elimde kahve, yanan sigara, rengi kaçmış pijama. saç, baş dağınık. özgürüm sabaha kadar. telefonu da kapattım. tüm iletişimi kapattım. wireless’i kapattım. iletişim yok. kapı kilitli. yalnız. bir sigara, sessiz müzik kapanıyor. ses yok, tuşlar ses yapıyor, o da sana ait. ekranda ışık var; üç harfli; sen.
kendimi kaybediyorum, ben neredeyim. üç harfli; sen.

27 Ekim 2005

uyu

müziği kapattım.
sessizlik…
hiç ses yok
yatak tam karşımda
uykum ellerimde
savruluyorum sessizlikle
ellerimden tutan bir sen
var sanki gözümün önünde
kulağıma ilişen saniye tıkırtısı
gözüm sağ alt köşede
gitmeliyim bana göre
gelmeliyim sana göre
peki ya bize göre?

24 Ekim 2005

boş-maca

her "........" biraz ölmektir anlıyorum, anlamını yitirerek zamanın...

23 Ekim 2005

sen kurgusu

yırtık bir cümlenin görüntüsü
üzerime giydiğim cümlelerim
elbisemdeki üç noktalı yırtıklar

bu noktadan bir doğru çizerim

ve
bulut yağar rüyalarıma
düşünce ısıtılır ocakta
uyanırım, rüya; kapalı gişe

bu noktadan bir daire çizerim

ve
ellerimi çekmecede bırakırım
anahtarı yutarım, içimi kilitlerim
sen gelene değin, kısa rüya festivali

bu noktaya uzak b noktası bulurum

ve
gözlerini ararım, yollarda
saçlarının kıvrımını, dudağına misafir
kapı çalınır, kapısız kalınır, kapalı

bu noktadan bir döngü kurarım

ve
cümlelerim üzerimde, yırtık
rüyalarım kapalı gişe, düşünce
gözlerim, saçlarına misafir, festivalde

ve
ben döngüye dalar çıkarım,
çıktıkça, teğet geçerim

ve
ben bu doğruda seyrederim
seni bulana, bana katana
biz olana değin…

ve

21 Ekim 2005

son-u-yanış

uykusuz bir sabahın doğuşu
savaş doğar sabahıma
geceler müptela duman yoluna
müzik eksik notalarıyla
kusurlu dans anında
siyahın bana aitliği
aklım ve kısa ziyaretleri
dönüşte ekmek kırıntıları
siyah renkli sokak lambaları
utangaç sokak kedileri
ayaklarımın garip hâlleri
elimden gelen; sigara, çakmak
benden giden, esenlikler
senden bana, mutluluklar
her sabahım savaş,
her sabah, kaçan esirler
gider tek tek, akıldan...
ben son esiri savaşın
bir yanım, noksan sana
bir düş düşer, sabahıma
tek kalmışken savaşımda
kolla beni, son sabaha

bul-maca

an'lar var elimde eğer bakmak istersen. hayata birlikte yakalandığımız tüm kareleri bir bir yakmak istiyorum. soldan üçüncü, üstten beşinci adam rollerimi inkar ediyorum, donup kaldığımız o kareler yok ediyor oysa bugünümüzü… onu bulmak adına kaybediyoruz durmak-sızın kendimizi...

18 Ekim 2005

...

yağan yağmurlar diniyor… yerini gökkuşağına bırakıyor… birikmiş damlalar bir kavramı çağrıştırıyor… kelimelerin kifayetsizliği işte burada başlıyor... güneş buhar ediyor damlaları ve yoğun bir boşluk dilimin ucunda çırpınıyor… kanat çırpan kelimeler sıraya girmiş tek tek uçmayı ve sahibine konmayı bekliyor; işte şimdi yapraklarımın tutunmaya ihtiyacı olduğu an…

15 Ekim 2005

merhabanasanaona

bugün üzerime soğuk esiyor; hava. içim titriyor, dışım üşüyor, ceketi giymek biraz iyi geliyor. evde olmak istiyorum. ne istediğimi bilmediğim zamanlarda hep evde olmak istediğimi fark ediyorum.

?<-neden->?

uyku ile uykusuzluk arasında gidip gelen bir hayat çarpıyor günüme. günüme tireme geliyor, gün kokuyor. bundan sonrası senin için yazıldı, evet sana; bütün gün sen beklerken hayatı, o çıkagelir akşam ve sen ordasındır. sen sadece, o seni gördüğünde varsın; o’nun hayatında. görmediği anlarda ise sen; “var da yok” sun.
senin için olan kısmı bitti.
seni geçtim sana geldim.
evet sen olmasan sanırım, çok sanırım. iyi ki varsın. ne kadar, ne olsak da nerede neler yapamasak da, sesini duymak güzel. senin hayat içinde bir yerlerde olduğunu bilmek ve seni de geçtim.
ya da geçtiğimi sandım, geçemedim bedenim sıyrıldı aklım ve yüreğim takıldı. bu yazının içindeki seni = içimdeki seni. ve hep bir yerlerde olmanı, olabilmeni, olduğunu ve bunları bilmeyi; yaşam; yürümek; sen; senin-le; el ele; durmak; beraber; ceket; ev; …;

bak ardına, sen; ardında sen

bekleyeceksin ve bekleyeceksin. ve gelmeyeceğini bildiğin bir beklentiyi, bekleyeceksin; yine gelmeyeceğini bilerek, ki gelse ve gerçekten gelse bile; beklediğin anlamda gelmeyecek, o anlamı içermeyecek. ve sen; yaşadıkça, bekleyeceksin ve bekledikçe de yaşayacaksın. yaşamadan yaşayamayacağını bildiğin bir yaşam yaşayacaksın ve ardında yaş, yaşamın yaşlarla iz bırakacak. dönüp bakınca yaşamına; çıkmazlardan derin sonuçlar çıkarmaya çalışacaksın ve böyle yaşamaya devam edeceksin, zaten, şimdi de öyle değil mi? zaten her yaş, senin dönüp bakmana rağmen, yaşadıkların değil miydi? ve zaten kendimiz değil miyiz; ardına bakılınca, bulunduğu yerde olan. biz bulunduğumuz yerde olanız, istemediğimizi sandığımız istediğimiz yerdeyiz.

14 Ekim 2005

yaşam özgürsün; ölümle

hayat; benim içinde bulunduğum; yaşam sürdüğüm, ölüme varacak. omuzlarımda yük ve kendi ilerlediğim, hüzün, dolu dolu yaşamak, acı, bilmek; ölmek. zaten ölmüşsündür; doğmuşsan. anlatmak istediğin, elbet çabaladığın, yaşam ve yürüdüğün, zaten üzüldüğün ve varacak; ölüm. yürüyorsun; ölüme. yürümek = yaşamak, yaşamda yürümek; ölüme. çatışmaların kendinle ve diğerleriyle, zaten çatışıyorsundur; yürüyorsun, ölüme. ardına bakılacak, toplam ölüm katacaktır, ardında bırakılan ölümlerdir bağlayan yaşama o da ölüme. anlam katacaktır, bilmek, bilerek -bilincin elinde- yürümek. boşluklar, boş gelecek; ölüme. bittiğin an başladığın an olacak, ölüm, ardında bırakılacak bir kişi, sen veya ben. önündekilere, yaşama tutunma sebebisin, yürüyecek ayak, -kabı kendisi kişinin; ayak ölüm, ardından ölenlerin. eğer ölmüşsen; yaşamışsındır. özgürlüğün ölümdür, orada saklıdır. ölünce özgür değil, öldüğün içindir; özgür. özgürlüğün noktası, son olan; ölüm. şimdi yaşıyorsan; ölüm elinde kalsın, sen yürüyorsun ardından başlayıp, önündekilere doğru. zaten yaşamayacak mısın, önce; ölmeden. bir elinle, yaşamı sık; boş çıksın sonuç, yürürken diğer elinde özgürlüğün kalsın; özgür=ölüm… unutma, zaten yaşıyorsan; ölüm ve yürüyorsan; yaşam. anlamlı özgürlüğün yaşandığı an; hiç hatırlayamayacağın; ölüm.

13 Ekim 2005

evvelden boşlamalar

kitap okumayı, müzik dinlemeyi, yazı yazmayı, sanal alemi ve televizyon izlememeyi çok severim. benim boş zamanım yok. neden boş zamanım olsun ki. boş zamanlarda mı kitap okunur , müzik dinlenir, yazı yazılır. ben boş zamanlarımda işimin başında, çalışmak zorundayım. boş zamanım orada harcanıyor. harcıyorlar. üstü kalsın demiyorum. zaten sormuyorlar. boş zaman nasıl dolar. boş zaman nasıl türk lirası… türünden bir yazı değil bu. boş zamanlarımı geri verin desem olmaz. zaten benim boş zamanım değil mi? bana ait değil mi? bak saat kaç olmuş halen ayaktasın, yarın sabahki boş zamanın için yatakta olman gerekiyor.

evvel zaman içinde bir erol uyur,
zamanın evvelliğinde kendini bulur,
adına boş zamanlar uydurulur,
ve ruhuna tıkabasa,
ruhsuzluk doldurulur.




"ustura elim, dilim kanıyor"

12 Ekim 2005

2yüz50altı1000

Konu-muzun içine düştü, bastı. Attığı gol, aldığı pasta-n kötüydü, çikolatalı değildi. Üçyüzbinkere üçyüz yeni sayı ve türk lirası ile neler alamayacağımı hesaplarken, güneş battı. Pil yeri de yok. Gece lambası gibi değil, gündüz lambası gibi bir makinem var, geceleri rahat bırakın beni, hesap vermem ben makine bile olsa, yap-a-mam. Yeni tl ye geçerek güneş enerjisiniden de tasarruf edeceğiz, hesap makinesi bazında diyerek. Kül düştü. Kül tablası iyi ki varsın. Western digital kupasından çay içerken, aklıma sen geliyorsun, sigara biterken olduğu gibi, mail atmalıyım, sen tutarsın bilirim. Artık sabahları serin oluyor, yataktan çıkmak işkence gibi geliyor, işe geç kalacağım, mazeretim var. kül düştü.

11 Ekim 2005

ilk nokta

insan bildiğini aramaz. bulduğunu aramaz. bir dönem takıldığın sürüklendiğin bir konu alır uzaklaştırır bazen seni asıl olandan. boşluk dersin sürüklendiğin her neyse onun soluk aralarında, tekrar dönersin soluksuz sürüklenmelerine. soluğun kesilir, dalgalara karşı yüzersin, dur bi soluklanayım dersin, yine kendine dair esas sorular dalgaların ararsından su yüzüne çıkar, yüzüne çarpar. bir anlık sözler verirsin kendine ve her zamanki gibi tutamadığın sözler, sadece dalgaya o kulacı tekrar atana kadar sürer bu söz vermeler ve bu döngü tekrar alır götürür seni. zamanı ve zamanını geride bırakarak… satırları okurken ya soluk arasında olacaksın ya da soluklanacaksın okurken ve yine kendine sözler vereceksin, ta ki yazıdaki son noktayı görene kadar… ben de hepimize inat bu sefer koymayacağım o noktayı; son noktayı

ondördolunay

limon damlarken su akıntıya döner dedin de sadece aç olmadığımı hatırladım unuttuklarımı bir bir özledim yeni giden mevsimin ardından bakmadım. her ayın ondördü gibisin, bir ay cıkar hicri yarılanır, yarıklanır ruhumda, bir üşür içim, düşer kan şekerim ve çekerim elimi yüzümden düşen bin parça değil, her parçada bin yüz bırakırım… her yüzde bin parça, her parçaya bir yük bırakırım; parçalana, yarılana, yakılana, takılana değin…

suslarım

suslarım açılırken yanaklarına
düştü, bu sevda
büyürken içimdeki fırtına
düştü, düşecek bu kaçış
avuçlarına

9 Ekim 2005

kısa bir tv molası

Uzun süredir tv açmıyorum, belki birkaç ay olmuştur oturup izlemeyeli. İftardan sonra açtım falan haberler denk geldi, kanal D de. Kuş gribi gelmiş Manyas da telef olmuş hayvanlar. Ülkemiz kırmızı alarma geçmiş, Ankara stüdyosunda bir sağlık bakanlığı kişisi çıkmış, spiker İstanbul stüdyosundan soru soruyor. Konuk kişisi cevaplıyor, cevaplama esnasında spiker “tamam onu anladık” diyor. Ben de “yuh” lan spiker diyorum. Zekeriya beyaz İstanbul stüdyosuna çıkıyor. Oruç cinsel ilişki ile açılır mı diye bir önemli günde maddesi oluşmuş, onu konuşuyorlar, hoca ! önce suyunu iç sonra naparsan yap diyor. her ramazan sorulan sorular, ramazan basını oluşmuş yine, salak ötesi sorular, hocam şekersiz sakız çiğnesek oruç bozulur mu? orucu neler bozar, gibi sorular. Sanki her sene orucu bozan şeyler değişiyor. Bi de hoca şey dedi. Önce orucunu açarsın, duanı edersin, yemeğini yersin ve varsa namazını kılarsın dedi. çok güldüm. Sonra plastik gibi kızlar gösteri falan yapmış derken ben sigaramı bitirdim. Televizyonu fişten çektim ve rafa koydum. Tüm olan biten rafta iyi durdu, Zekeriya beyaz ile o spiker adı her neyse, onları tv ye kilitledim. Anahtarı da yuttum. Anahtar yutmak orucu bozar mı?

7 Ekim 2005

flnflnfln

her gece sen kayıyordun düşlerime ve döşek oluyordun yalnızlığıma. sarı soğuk, bu mevsimde. ah mümkün olsa sığdırabilmek seni; içime, düşlerime ve dokunabilmek her bir hücrene, bir, bir; birdir bir...

adım adım sus-adım

çok susamıştım. bardağı ağzıma götürürken suya daldı gözlerim. bardak yaklaştıkça, suya iyice dalıyordu gözlerim, ve birden düştüm içine bardağın; tek moleküllü, üçüncü element. bardak havada asılı, güneş ısıtıyor, kopuyor hidrojen bağları; oksijen ve ben. bardak yerde. çırpınıyorum; oksijenle bir reaksiyon oluşmak üzereyken dökülüyorum ve bir bez geliyor üzerime, bir boşluk bulup yapışıyorum bezin kıvrımına. sert bir fırlatış ve çöp tenekesindeyim. kötü kokuyor, uzun müddet kaldım, alıştım, koku yok gibi artık. belediyenin çöpleri daha erken alması lazım. sallanıyor teneke, götürecekler derken, kedi kapağı aralıyor ve deviriyor; sokaktayım. bir çocuk alıyor bezi. koşa koşa gidiyor ve uçurtmasına bağlıyor bezi, nasıl bir rüzgâr çarpıyor üzerime doğru, çok yüksek burası korkarmışım ben yüksekten.rüzgar sertleşiyor, yalpalanıyoruz. yere doğru düşmek üzereyken ağaçta kalıyorum. bir yaprak üzerindeyim ve yerçekiminin çağrısı beni kaydırıyor aşağıya doğru, şıp diye düşüyorum; piknik yapan ailenin çaydanlığına düşmemle buharlaşmam bir oldu, canım acıdı. uçuyorum yoğun yoğun… bulutlara doğru vardım, iyice dinlendim derken, yeryüzüne düşmeye başladım ve kocaman bir barajdayım, set bir şekilde bir çok filtreden geçiyoruz küçük bir boru içindeyim, epey zamandır ilerliyorum. bir demir önünde durgun durgun beklerken, demir yukarı doğru kalktı ve musluktan düştüm bardaktayım, iki hidrojen ve bir oksijen de yanımda. birinin ağzına doğru ilerliyorum, eyvah! derken suyu içtim…

6 Ekim 2005

kendime

sıkıntı yapmaya gerek yok, bizler sadece kendi kendimizi sıkıntıya sokanlarız.
eğer O olmasa; bir sürü strese girebilir, kendime anlamsız sorular sorabilirdim, cevabı belli olan ve o kadar basit ki aslında diyebildiğim soruları, kendime zorlaştırabilirdim. elle tutmak isterdim her şeyi ve tutulamayacak zeka olduğunu görüp, onun sonuçlarını gördüğümü bilirdim ve buradaki çelişkiyi düşünüp kendimi çıkmaza sokabilirdim fakat dedim ya işte basit, zorlamaya gerek yok. cevabı hazır, önüne konulmuş sıcak çorba, kaşığı al eline. kaşığa eline aldığında, matrixvari düşünceler sararsa etrafını, düşüncelerin sahibi sen; eylemin de sana ait olacak ki problemin kaynağı da burada...

kalbimin içinde yer edinmiş, nasıl da aklımla kusursuz bağlantı içinde. gözlerimi açtığımda güne, açana kadar ertesi güne; koruyan tek, O. kendi kendini koruyan, korunmanı sağlayan. siper olan, süzgeç olan; O. bir sorun ya da çıkmaz sandığımız her şey için; yok ki öyle bir şey dedirten bunun getirisi olarak da ince bir rahatlık ve fark ediş veren; O. her soruma cevap veren, her düşsel yorgunluklarıma set çekerek; problem yok ki dedirten. çoğu kimseyi boğulurken gördüğüm, fakat benim anca ayak parmaklarıma varabilen sel. işte o seli küçülten ya da beni selden büyük gösteren; O. yaşamla ölüm aram, öldüğüm yaşamın bittiği an. ölüme doğduğum an. görebildiklerim ve göremediklerim; O. sürekli orada, yerinde. gitme ve gitmene izin vermeyeceğim, bırakmayacağım seni, sana ayırdığım yer çok büyük, çünkü sen O’sun; inanç.

4 Ekim 2005

>mas(ke)a<

masamı sildim önce, tertemiz olduğuna iyice emin olduktan sonra, masanın üzerindeki her şeyi dağıttım. yere attım, fırlattım, şimdi tertemiz oldu. zincire vuruyorum kelimelerimi, zincirleri birleştirip; cümle. aklımı masaya koydum, kalemimle inceledim. tek tek çiziyorum altını, aklımın. beni anlatmak istiyor gibi yapıp, her şeyden bahsetmek istedim. karmaşık cümlelerin deliğine iplik geçirmek belki de dikmek onları. kimseyle konuşmak istemediğim zaman, kimseyle konuşmak istemiyorum derim. bir şeye emin olmak için önce ona emin olmalıyım, bilirim. duymak istediklerin dökülmez bu yaralı dudaklardan, olması gereken söylenir; hak edilen belki de. anlamadın mı beni? açık değil mi cümlelerim, biraz daha su katsam olur mu? açık mı içersin cümlelerimi. oysa süt diyorum ben, su katılmamış. yaşamın ölüm, ölümün yaşam için olduğu. yaşamlardan ölüm, ölümlerden yaşam doğar. tuzlu yanaklarım, tansiyonum. kendi korkumdan istifa ediyorum, dilekçem mühürlü, dağınık masamda; aklımda, altı çizili, koyu renkli ya da demli ve şekersiz hatta iki şekersiz… susmak, susamak için. susuyorum, vakit kaybetmemek için, aynı anda. yaşayıp yaşayıp, unutacaksın. unutup unutup, yaşayacaksın. kulaklarında küpeler, delik deşik et. nereye takacaksın? aklımın kulakları, üst duyum eşiği, fazla. sızlıyor. masamdaki çıkmaz yaşam sokağı, çıkamamakla meşgul, çıkmaz. –maz çünkü. yaşam. anla. anlatamayacaksın. yaşamı çıkmazdan, çıkmazdan önce, yaşa. masayı temiz tut.
aklımı aldım. çıkmaz. orada. yaşam. masayı süsledim.devir.-dim.

maskeli yorum

kim kırdıysa beni; vazgeçemedim ondan…
beni ağlatanlarla vardım; varlığıma…
üzenlerle izlemeye başladım filmi; hayat...
beraber ağlayalım dedim, kimse ağlamadı; benimle…
ya ben…
ağlarken görmelerinden korktuğum insanların karşısında ağladım; kendimle…
en mahrem yerde saklamalıydım; gözyaşlarımı…
sevilmeyecekleri sevdim hep; ben…
sonra;
yok bir şeyim, iyiyim ben…
bakmayın siz bana…

3 Ekim 2005

akıyorsun su gibi kelimelerim-i adıyorum


Parmaklarım tuşlamak istiyor parmaklarım karakterleri sana adıyorum sana kelimelerimi senin için sıralıyorum cümlelerimi ardına bak ve gör beni sana bağlayan bilinmezliği basıyorum tuşlara gidiyor aklim seni arıyor telefon seni benim için arıyor ve bulmaya çalışıyorum seni çengel bulmaca oynuyorum sen bakmadıkça ardına düşmüş bir ben buluyorum yukarıdan aşağıya düşüyorum dizimi incitiyorum yüreğimi uzatıyorum ardından koşuyorum elimde kalem çiziyorum ellerimi uzatıyorum yakalıyorum saçlarından düşüyoruz yere yığılıyor ben yığılırken de sen bana bakıyorsun kocaman gözlerinle ışık gönderiyorsun yüreğime damlıyor kokun-u teneffüs ediyorum ciğerlerim tiryakin oluyor bırakıyorum sigarayı sana başlıyorum seninle el ele sahil bizimle adımlarımızın dibinde büyüyor yeşil ve yaprak döküyor üzerimize geliyor rüzgar ılık ılık damlıyor yağmur tipiye dönüyor kar yağıyor kardan aşıklar oluyoruz güneş tepedeyken ve elim sendeyken elimdeyken elin benim mutluluğum-u tuşluyorum parmaklarımla karakterleri sana adıyorum kelimelerimi….

seni

İçimde saklarım, kimsenin görmesin, duymasın, bilmesin dediğim; seni…
gizli gizli çıkarıp koyarım, yatağımın başucuna; seni…
en güzel çerçevelere sığdırırım; seni…
Rüyalarıma sipariş geçerim her gece; seni…
düşlerimde yollar açarım, yalnızlığıma katarak; seni…
uyandığımda gözümden akıtırım, sabah mahmurluğumla; seni…
yürürken sokakta, adımlarımda gezdiririm; seni…
izlerken dünyayı, baktığım yere koyarım; seni…
yemek yerken, kaşığın ovalliğinde kaydırırım;seni
musluktan akanımsın sen, yüzüme çarparım; seni…
kurulamam, tenime akıtırım; seni…
toplu taşıma araçlarındayken sıkışma diye, cebime koyarım; seni…
yazılarımın her virgülünden ve her noktasından sonra, sererim kelimelerimin üzerine; seni…
son noktayı koyduğumda yazıya, alır koyarım tekrar içime, en içime, en güzel yerime; seni…
.

1 Ekim 2005

lak lak

şimdi sen yanımda olsaydın, sigara içtiğim için beni azarlardın. meyve ve sebze tüketmem gerektiğini defalarca tekrarlardın. elimde sigarayla yazıyorum bu satırları, üşendiğim için meyve ve sebze almaya da çıkamadım. demliğe su koydum ısınsın diyerek… eyvah nidası ile 30-40 dk sonra ocağın başındaydım. geç kalmıştım. kızarmış demlik, boşa yanmış ocak, buharlaşmış su, ben buharlaşmış halini göremesem de elde var sıfır. sen yanımda olsaydın eğer, sıfır yutan eleman olamazdı. kaynatır, yutardık sıfırı biz. ama şimdi sen yoksun ya; o beni kaynatıyor, bu hasta hâlimle. larry burada, ev dağınık, sigara sönmüş, serin, esiyor, ışık vuruyor, gözler uykuya bakıyor, ben ekrana, ekran karta, kart anakarta, anakart psu’e, psu güç kablosuna, kablo prize, priz teğet geçti gözüme, gözüm ekrana… eyvah…

29 Eylül 2005

kalmadım

sen o kadar yaz, yaz, yaz. monitörlerden yayılan radyasyon üzerine bir de depresyon yay, yay, yay. olacak iş değil. tamam da, yok ki öyle bir şey. abartıyorsun. zaten hastayım. tylolhot mudur nedir ondan da içiyorum. ilaç içince bir haftada, içmezsen yedi günde geçer demişler ya grip için, niye çabalıyorum. evde de kimse yok. sanırım açım, tek başıma iken bundan bile emin değilim. sanırım bu durumu da hastalığa havale edebilirim. mpüçlerin bulunduğu diski de birine verdik, kaldık mı şimdi masaüstünde duran üç mpüçle. sanırım bu aralar çok sanırıyorum. sanmamam lazım, sanıp sanıp durma. hastaymış, içtiğin kaçıncı sigara olum-lan-ulan-ulen-ülen bugün. sana bu hastalık yakıştı, yakışıklı oldun. biraz da jöle sür genç dursun. dursun askerde, az kaldı bitecek ama karadeniz’li değil.

s(b)en

otobüsten indiğimde, nereye geldiğimin bile farkında değilken, gözlerim senin nerede olduğunu arıyordu. onca insan var etrafımda, bana sadece kuru kalabalığı çağrıştıran. seni arıyor gözlerim ve sende gözlerim, aradığımı bulmuştum; odak noktası. insanlar hızlıca koşuştururken sadece ikimiz vardık yeryüzünde; zamanın durmuş olduğuna şahit olan. ellerimiz boş gelmiştik, sadece ellerimiz ellerimizde olacaktı. aynı anda atılan bir adım, aynanın yansıması gibiyiz, aynı duygular, aynı soluk, aynı bakışlar ve derken ışıklar söndü. insanlar kayboldu. otogar gökyüzüne çekildi. ortalık sessiz sedasız, çöl fırtınası bitmiş gibi; biletler havada uçuşuyor birazdan yağacak yağmurun habercisi bulutlar, güneşi karartıp, ayı çıkartıyor. gök gürültüsü ve ardından sert yağmur taneleri düşüyor yere. tam o sırada ayın kapısı açılıyor, iki yağmur damlası alıyor ve götürüyor bizi… içerisi karanlık.. tekerlekli sandalye üzerinde götürülüyoruz. bir kapı önünde duruyor yağmur taneleri ve kapının ardındaki sessiz çığlıkları avuçlarımıza dolduruyorlar, tekrar ilerliyoruz....ve bir adım daha atıyoruz. sana sarıldığım an bir çöl fırtınası daha… hızlı çekime rağmen yavaş hareketlerimiz, yarına ait güneş doğuyor üzerimize. gözlerimizde iki damla; yağmur damlası..

27 Eylül 2005

ve o an; zaman

ve durmaksızın;
yarılanıp için,
yaralayacak sabrını,
kanayan gözlerin,
ağlatacak düşlerini,
sızlayan yürek,
dışlayacak içindeki şeyi.
ve bir şeyi anlayacaksın
hiçbir şeyi...

o an; zaman

zaman tek başına
ne bir ilaç, ne bir neden, ne de bir sonuç

ellerini tuttuğumda
unuttuğum şeydi belki zaman.

düşündükçe varlığını hissettiğim,
düştükçe var olduğum.

belki de kollektif bir yalandı zaman,
bireysel hatalarımızı kapatmaya yarayan.

ve durmaksızın yarılanıp,
yaralayan...

zaman

akrebin peşinden mi koşuyoruz yoksa yelkovan mı iteliyor bizi? saniyenin üzerinde hızlıca dönüyoruz da farkında mı değiliz? günlerin yavaş, yılların hızlı akması hangi akrep ve yelkovanın oyunudur? zaman, saatin içinde mi gizlidir? yoksa saat mi zamanın? dünya mı onu, o mu dünyayı döndürür? aynaya baktığımda gördüğüm şey zaman mıdır? aynanın bana gösterdiği şey zaman mıdır? havadaki azot miktarı zamandan fazla mıdır? ciğerlerimize soluduğumuz zaman mıdır? soludukça bizi büyüten, büyüttükçe yaşlatan, zaman mıdır? saat durunca zaman durmaz, zaman durunca saat durur mu? zamanında varamamak, saatinde gidememiş olmak değil midir? elma düşerken, tas yüzerken yine akıp giden şey zaman değil midir? zaman hepimizi görmedi mi? her yaratığı tanımadı mı? hepimizin içine işleyip bize bir şeyler düşündürtmedi mi? bu kadar şeyi zamana mı bağlıydı yoksa zaman mı bu kadar şeye bağlıydı? ben tek siz hepiniz diyen zaman mıydı? kral tahtında kurulu olan o değil midir? bundan yüzyıl sonra, şu an hayatta olmayan milyarların da takılacağı şey zaman değil midir? doğarken de akan, ölürken de akmayacak mıdır? ölürken aksa da ben ölünce zaman bitmeyecek midir?
bitecektir. ben ölünce o da bitecektir. zaman, işte o “zaman”…

26 Eylül 2005

...

ellerini yüzüne götürürken hissettiği şey acı koydurmazdı yediği çorbaya düştü uçan sinek ilacı alıp marketten çıktı alıp raporu müdüre götürmeye gelmişler inzibatlar asker kaçağı olan genci çok severmiş aşıkmış ona hatun topuklu ayakkabılarını tak tak kapıya vuruyorlardı adama tekme tokat dalıyorlardı insanlar sıcak yaz aylarında denize düşmüş yılana sarılmış yastığına ve ağlamaya başlamış inşaat ustaları tadilat işine gelirse çalış yoksa kapı orada bir köy varmış uzakta olan annesini özlemiş çocuk babasını kaybetmiş ve ellerini yüzüne götürürken hissettiği şey acı

24 Eylül 2005

ayırın beni kelimeden, ben "dahi"yim

ayırın beni kelimeden, ben "dahi"yim

evde de, işte de, sokakta da...
uyurken de, ayaktayken de...
orada da, burada da, şurada da...
görülüyor ki, her yerde.
öyleyse hakkını vermeli..
"o"nu ayrı yazmalı...
çünkü kendisi bir "dahi"...

destekleyelim;
bugün de-da nın başına gelen yarın bizim de başımıza gelebilir.

buz


dökülüyor dudağımdan harfler
ve ünlü ünsüz çakılıyor yere
her düşüş; bir sızı..
her sızı; bin kurşun..

22 Eylül 2005

tüken...

tüke(n)dik. mez dedik. iverdik. meyecektik. emeyiz demiştik. ecek ne olabilir ki, demiş bulunmuştuk. mek. memek için çok şey yaptık. tildik mi acaba? tilen mi olduk bu yolda. ttik biz kendimizi. tici olduk; sevgimizde... nen sen. nen ben. miştin. miştim. miştik...

göz kırıkları; endişem

her akşam bir önceki geceyle yatıyorum, sola dönüyorum devamlı, sağ tarafımı yok sayıyorum… uykuma cam düşüyor; göz kapaklarım parçalanıyor; sağımı arıyor solum, solum sağımda… sabaha uyuyorum; geceyi yaşayarak.. uyandığımda midemdeki ekşime ve ağzımdaki o tat gelmeden aklıma; sen düşüyorsun varlığıma… kalbim zaten bende değil… yüzümü yıkarken, yüzünü görüyorum; lavabodan akan suda… akıyorsun… suyu kapatıyorum akma boşa… nereye gidiyor bu akıl; aptallık denen sözcüğe beni ekliyorum. -lığımı buluyorum her seferinde… ıslak yüzüm; silmiyorum, sen damlıyorsun her yanıma… her damlaya dokunuşumda; acıyor duyularım, duygularım… bir ayrılığa mı çıkıyor tüm sevgiler… doğarken ağlayan; gülecek midir ölürken..

cam batıyor gözlerime, açamıyorum kapaklarımı; ya sen yoksan sağımda…

21 Eylül 2005

ol tek şeker

çay içiyorum... bugünlerde ellerim titriyor, masa ile ağız arasındaki mesafede kaybediyorum damlaları. iki elimle depremlerle içebiliyorum. yakındır çökecek bu beden. volkan patladı patlayacak, birisine ya da birilerine denk delecek; delip geçecek, geçip gidecek, eritip içecek. erol şeker lazım şeker; tek şeker...

düğüm

Yatağa uzanmışım… soğuk ekranın başından daha çok yeni kalkmışım… gözlerim buz gibi, ısı alışverişinde. soğuk… ılık… sıcak… sen kadar bir sıcak ve varmışım o dereceye… gözüm gece lambasında, sigara elimde… gece, gözümde; unutmuşum seni içimde… çıkarıp yatağa uzatsam seni ve yan baksan bana, ben sende olabilindiğince ben kalsam. Sigaramı unutsam, onca sigaramı içmiş küllük bir tane sana yansa… tüten soluklarımız bastırsa sigarayı ve ona ait kokuyu. Uyanmasam, soğuk ekran, kara yalan, deli zaman; hepsini atsam içine bir çırpıda söndürsem topunuzu içimde, bir sağlıksız-ojen kussam… bitirsem… sussam.. sen yan baksan, doğrulsan, açsan gözlerini. Hikâyelerimiz karışsa miş-di ler den ecek-acak lara. kipler unutulsa, cümlelerimiz öznesiz okunsa, yükleme varmasa. noktalama işaretlerinde durmasak; varsın ceza kessin, edebiyat kalemi sınırsız parkurda…
tıkırtı,
Gece gözümde, sen içimde, sigara elimde, küllük dibimde… sigara eriyor, ben son nefeste…

adım; adım adım

dünyada yeteri kadar insan var. şu an yaşayanlar (bende) ölene kadar yeter bana; gerisi figüran kalsa, bir şey kaybetmem. kaybetsem de bilmeyeceğim. bilmemek güzel; sarışın ve mavi gözlü bir bilmemek.. aptal bile olsa ya da nitelendirilse...

20 Eylül 2005

sobe furyası [click]

Bu kez Erdal Eser sobelemiş...
Yazılarında, benim yazamadığım türden yazan ama benim düşüncelerimi içinde bulabildiğim Derin İz ile başlarım blog âlemine… Pelin’e uğrarım halen seferi mi diye… la panse’nin not defterine hangi ruh hâli yansımış ya da hangi çekik gözlü filmi izlemiş diye bakılır. Ardından jonquille tıklanır, “damla aromalı yazılarına yenisini eklemiş midir? Sanmam” düşüncesi ile. Wanna Run a koşulur; bırn bırn özlemi giderilir ya da tekir ve pisi pisi kıvamında bıdı bıdı yapılır. Hurra Ufuk İlter’e benim yüzümden dağılmış olsa da ağzı burnu severim abimizi, yine hangi konuyu irdelemiş diye bakılır… Buz perisi nam-ı diğer bessy hanım neler yazmış diye koşturulur ardından bessy nin mutlu mekânına; infamous fable’a yatay geçiş yapılır. Perhiz için bitkisel, blurlanmak için matthew kerdeşimize yolumuz düşer. Sonra ver elini karablok, oky ne atmış kuyuya da millet ne çıkaramamış diye, bilirim ki; oky bir şey atmamışdır kuyuya.. Ligeia tıklanır ve bir miktar depresif serum takarız damardan alırız dört tarafı kara insanını… Gece ye uğrarım gündüz vakti, yine kendine neyi dert etmiş ve dert ettiği ne ise ne ile kandırmış kendini diye… alüminyum folyo hanıma gidilir; artık evlenmiş olmanın verdiği durum yazılarına nasıl yansıy/or/acak… Wykka her ne kadar uzun süre yazmasa da hep tıklanır; bakılır ihmal edilmez… uzun bu bitmez; bakmak, yazmaktan daha kolay… duygu, şekerpare, pink, blackalem, caulerpa, yazı masası, mercan, …, edepsiz, mandalina, silenzio, wanadoo, mızrak, kitap günlüğü ( aylık dergilog), nikita, nahnu, simiole, vebihamdik, erdaleser, metebilge, kahperengi ...... bitmezzZzzZzz

başıma kitap yağacak

Derin İz tarafından ebelenmişim.

**Kaç kitabın var?

Ne bu şimdi sorumu. Eheh.


**En son aldığın kitaplar nedir?
Wagner Olayı; Friedrich Nietzsche
Tolstoy – Hz. Muhammed
Mehmet Açar – Siyah Hatıralar Denizi
Sözlük aldım bir de. Mehmet Doğan – Büyük Türkçe Sözlük ( 1500 sayfa) Türkçe konuştuğumu sanıyormuşum; inceleyene kadar…
Windows Server 2003


**En son okumakta olduğun kitap?

Şahika Egeli – Kanatlarını arayan kadın



**En çok etkilendiğin dört kitap?

Abdurrahman el-muhacir’e ait 4 ciltlik serisi kitap adı var da yok…

Bitti.

19 Eylül 2005

mekân dostundan bazen/enbaz

bazen kelimesinin kökü nedir acaba?..."baz" ve "en"i ayrı ayrı düşünsek çözebilsek bile, bir ters yüz edilmişlik hali var nedense..."baz" aldığımız ve "en"leri çok yoğun hissettiğimiz, sıkıştırılmış zaman dilimleri mi yoksa "bazen" dediğimiz şey. eğer böyle olsaydı "enbaz" dememiz gerekirdi... diye düşündü nedense beyin, benden bağımsız...

18 Eylül 2005

re/play

Yazdıklarım dökülüyor; ben yazamadan, yırtılan sayfalarda,
bir bir, önceyi yaşıyorum, sonrayı kaybederek...

kara-şam

yağmurun şehri felç ettiği bir akşam geçiyordu üzerimden. sıkıntılı bir yolculuğun ardından kendimi evde buluyordum.
çıplak hissediyordum kendimi; hissizlik elbisesi bedenime işlenmiş. o yarım yamalak hâlimle kendimi unutmuşken kendimde, elektrikler kesildi; acı veren bu karanlık; akşamın karanlığını da katmerlendirdi ve ben sus pus oldum kendime; kendimle.
içime dönmüş hâlime, seni de katarak, yatağa uzandım. düşünceler ektim yastığıma; damla damla. yastığa damlıyordu düşüncelerim; kimi zaman kırmızı, kimi zaman pembe, bazen de siyaha çalıyordu rengi. sonrasını hatırlamıyorum. rüyama girmiştin, bunu uyandığımda fark ettim; senin o eşsiz kokundan; aklımdaki kokundan… gözlerimi açtım senin tadın vardı üzerimde. toparlayamadan o “sen” ve “sensizlik” hâlimi, bir kesinti daha. bu kez hem gecem karardı hem sensizliğim… olduğum yere yığılmışım; avuçlarım sımsıkı… sanki kaybetmek istemezmişçesine…

kifaf

Toprağı kazıp, bulutları çıkarmalı,
uçan bulutları, satmalıyım kendime…

usulca
saldım gökyüzüne…
bulutlar eksildi, yeryüzünden…
gökyüzü
ışık ekiyorum, boş toprağa…

yeryüzü bir kolos,
ya kendisi …
sabâ çarptıkça yüzüme,
inanıyorum yüzüne
yüzüme…

gitmeli şimdi adım saymadan
bekle geliyorum ardından
bekle; adımlarım..

16 Eylül 2005

.

soğuk ve soluk

gözyaşlarım
kırmızı
a
k
ı
y
o
r
.
.

yalın hâlim; sessiz...

İçimden bir şey koptu, çok ağırmış; nasıl bir kelimeydi o… elim varmıyor şimdi hiçbir şeye… kanım kırılıyor, pıhtısını kaybetmiş, renksiz akıyor… nasıl da ölüm koktu bir an bedenim…

15 Eylül 2005

hasat

dökülüyor birikmiş hüzünlerim;
hızlı akan sonbahar edasında.
ilkbahara varıyorum, koşar adımlarla.
biriktirdiğim gözyaşlarım,
mutluluğu yeşertiyor dallarımda
ve ben açıyorum senin yanında…

uyanışlarım anlam fısıldıyor kulağıma.
düş bırakıyorum gittiğim yollara
sen ekiyorum böylece ardıma
karanlık bekleyişin sonunda
aydınlık esiyor dört bir yanımda

14 Eylül 2005

“SEN”im benim

şimdilik adını “sen” koydum. “sen” in aslında “sen” olduğunu çok iyi biliyorsun ve neyi ifade ettiğini de. ikinci tekillikten başka bir şey ifade etmez diye düşünenler için; içimdeki kitabın ilk sayfasını açıp gösteremem kimseye.

sana ait cümlelerim ve cümleleri oluşturan kelimelerim, işte o kadar sahip çıkıyorum kelimelerime; hepsi sana ait diye. bozuk musluk tadında damla damla akarken sana harflerim, şimdilerde denize karışıyor cümlelerim; adına “sen” dediğim o masmavi denize. sen ki, denizine sadece gökten düşenleri katıyorsun, keşfedilmemiş kıtanda… “sen” kıtasındayım, adını “sen” den almış olan “sen” denizinde yüzüyorum. suyun “sen kuvveti”ni uyguluyorsun bana; beni her ıslatışında…
bıraktım kendimi sana…
şimdi açıyorum ilk sayfasını içimdeki kitabın; başlıyorum okumaya:
duyuyorsun değil mi?

birik/intilerimiz ve tirdiklerimiz

mühürlü bir duvar saatine kilitlemiştim; senlere dair yaşamımı ve içinde kendimi. sanki söz verilmişçesine; mühüre dahi el sürmedim. nede olsa sana aitti ve bu aitliği beraber görecektik. açıldığında, zaman elime düşecekti ve bize kalacaktı… paylaşacaktım seninle elimdeki zamanları… bir sana bir bana diyecektim ve avuç avuç alıp doluşturacaktık ceplerimize. avuç dolusu şeker almış çocuk neşesinde bakarken sana; gözlerinde bulacaktım kendimi… işte o anda; cebimizdekiler düşecek ve biz aldırış etmeyeceğiz; sen bana, ben sana el uzattıktan sonra...


susacağız
...
susamış olacağız
...
..
.

12 Eylül 2005

üşüdüşüm

sensizliğime, düşler örttüm. başında bekledim gelirsin diye…
karıştırdım düşlerimi, sensizliğimi hissettim ve hissettikçe hüznüm arttı.
bekledim gelirsin diye… akrep ve yelkovan kaçıncı buluşmasında, ben bekliyordum
gelirsin diye…
bir ara düşlerim seslendi; üşüdüm, ört üstümü diye…

11 Eylül 2005

Morol

düşlerimle örtüyordum her gece, yokluğunun üzerini...

son(u)yanış

uykusuz bir sabahın doğuşu
savaş doğar sabahıma
geceler müptela duman yoluna
müzik eksik notalarıyla
kusurlu dans anında
siyahın bana aitliği
aitliğinin bana aitliği
aklım ve kısa ziyaretleri
dönüşte ekmek kırıntıları
siyah renkli sokak lambaları
utangaç sokak kedileri
ayaklarımın garip hâlleri
elimden gelen; sigara, çakmak
benden giden, esenlikler.
Senden bana, mutluluklar
her sabahım savaş,
her sabah, kaçan esirler
gider tek tek, akıldan..
ben son esiri savaşın
bir yanım, noksan sana
bir düş düşer, sabahıma
tek kalmışken savaşımda
kolla beni, son sabaha…

sobe furyası [k.s.k.z.]

Askerliğini yapmadın mı daha?
Neden bu kadar şaşırdın. Hayatta şaşılacak çok şey var hâlbuki.


Bilgisayar kaç para?
Çok para. Evini satsan alaman yani. O derece.

En çok hangi şarkıyı seviyorsun.
Şu soruyu biraz daralt ya da sus.


(Tokumdur ya da istemiyorumdur).
Vişne yer misin?
Almiyim sağ ol.
O zaman şundan al
Yok, tokum ben sağ ol
Şundan al
Yok
Şunu ye
Hayır
Şunu
Yok
Şunu
Yok
Şunu
Haaaaaaaaaaayııııııırrr. Kâbus gibi

O değil de bu ebe sobe geyiği nasıl başlıyor, ben onu çözemedim =)
Buyrunburdan yakın;
Ligeia, derin iz, pelin...

10 Eylül 2005

yoğun(laş)an

Son sürat hız yapan arabanın içindeyim. Arabanın içerisinde gözleri yola baktığı kadar yoldaki sana da bakan biri var ve her yanımdan çıkan, akan, bastıran bir sen daha varsın. O derece çoğulsun bana ait o dar alanda…

Direksiyon fazla kıpırdatılmıyor, düz bir yol, uçsuz bucaksız, belki de dünyanın yuvarlaklığını kendime ispat edebileceğim kadar düz bir yol ve o düzlükte seyrediyoruz; sen ve ben… Sessizliği bozmak için teybe uzanıyor elim, on tuşunu bulmakta zorlanırken parmaklarım, yoldaki seni kaçırmamak gayretinde gözlerim. Maksimal derece basgitar, elektrogitar ve bateri karışımı polises uğuldamaya başlıyor ve bu dar alanda gitgide daha da darlaşan ben, seni haykırmak istiyorum. Bilinçaltımdaki tüm “sen”ler, sana aitler, bir bir yüzeye çıkıyor, adeta kusuyor bilinçaltım ve müziğin her ritminde biraz daha sertleşiyorsun aklımda… Öyle bir karmaşa var ki içimde; tüm dış etkenlerin katkısı ile daha da çılgınlaşıp, dengesizleştirdiği bir beyin ve beynimin kalbim ile yaptığı “sen” düeti… Her yer sen, sen, sen… Bitmiyorsun, bitemiyorsun onca zaman geçmesine rağmen, delirme noktasına gelmiş ve sınırlarını zorlayan beynim; daha “sen”lerin başlamadığını haykırıyor tüm damarlarıma… Istırap değil bu yaşadığım, öyle bir yoğunluk yaşıyorum ki sana dair; hiç bitmesin istiyorum her saniyesi ve her anı...
ve bitmesin diye bırakıyorum kendimi orada, yazmıyorum daha fazla…

7 Eylül 2005

yok bi'şey

milli takım bu akşam maçı almış da olsa benim şu an canım sıkılıyor. kendimi çok yalnız hissediyorum bu gece. hâlbuki ben bunu istememiştim bu gece için. aşı olmaktan çekinirim, ama yalnızlık iğnesini illa bu gece batıracakları tuttu; kalbime. wither diyordu elin gavuru müzik eşliğinde, ben de sözlere uyuyordum. iğneyi tutanın belki de yalnızlık sezonumdan haberi dahi yok ama bu neyi değiştirir. ben yalnızlık eliyorum kocaman elekte, ki delikleri tıkalı, boşa kürek çekmek bu olsa gerek. biri beni benden alsın bu gece. suyuma ilaç katsın. aşırı dozda su içmeliyim, en ilaçlı yerinden bardağın. birileri beni uyandırmasın, ben ne zaman uyanacağımı bilmediğim, uzak bir tarih seçerim kendime…

6 Eylül 2005

sessizol

her gün onlarca kez inip çıktığım merdivende kaç basamak var bilmiyorum. ayrıca bilmek de istemiyorum. basamaklardan biri diğerlerine göre daha yüksek, bazen takılıyorum. basamaklar o zaman aklıma takılıyor. o basamağı seviyorum hem ayağıma hem aklıma takılıyor. takıl bana hayatını yaşa mı diyor. mesaj var mesaj ama ben anlamıyorum. anlamak da istemiyorum. mesaj gelince beep etmesi lazım. sessizde mi yaşıyorum yoksa ben. biri beni genele alsın.

11

sessizliğimi haykırdığım zamanlarım vardı ve sonunda haykırışlarımın tükendiği anlarım...ama şimdi sen varsın, tüm soluğumla varlığını hissettiğim bir sen varsın.. ve şimdi tüm haykırışlarım sana; "seni seviyorum"a...

senhiçlik

yanımdasın ya sen; hiçbir şeysizliğim bile anlamlı anlamlı bakıyor gözlerimin içine, ki odaklandığım her hiçbir şeysizlik içindeki hiçliklerde bile sen varsın…

rüzgar güneşi

her yerde rüzgar esiyor, aklımdaki rüzgarlar seni uğulduyor ve kıpır kıpır düşüyorsun canımın yapraklarına, ki her düşüşünde damla damla bir mevsim açılıyor içimde; mevsim güneşe dönüyor, güneş sana...

5 Eylül 2005

ilk 11im /bir eksikle

E'nin "lütfen"i ve ardınden gelen "..."sı; bu bile mutluluk verici.

1-) Yazın yağan yağmurun oluşturduğu o nefis toprak kokusunu içime çektiğim an.
2-) Placebo'nun o harika parçalarından herhangi birini duyduğum an.
3-) Ofisten ayrılıp, sokağa adımımı attığım an.
4-) Net bağlantısı koptuktan sonra geldiği an.
5-) Anne veya babamın yüzünün güldüğü an.
6-) Yanında olduğumda bana keşke şurada olsaydımı dedirtmeyecek insanların yanında olduğum an. -“keşke şurada olsaydık” denebilir –
7-) Kendi irademle uyandığım an. -Pazar günü-
8-) Kendime yakın bulduğum insanlar ile tanıştığım an.
9-) İstediğim gibi nefes alarak yaşayabildiğimi hissettiğim an.
10-) Yazmak, yazmak ve yazmak...

karar veriyorum, ayağa kalkın =)
üç kişi; pelin, derin iz ve ufuk ilter

4 Eylül 2005

bakkalım bakkalsın bakkal

Ne zaman bilmediğim bir semtte bir adres ya da yer arıyor olsam, kesinlikle bakkallara sorarım. her esnafa sorulmaz bu soru. bakkal bambaşkadır. mesela bizim mahallenin bakkalına kimi sorsan bilir; beni benden iyi bildiği konusunda şüphelerim var.

bakkala yanaşıp;
-selamun aleyküm abi,
-buyur gözüm ya da buyur bilader,
-falancanın filanını arıyorum
-buradan düz git iki sokak sonra sola dön orda.

birde böyle bakkallara bir şey sormak için girdiğimde; “ulen erol çok yüzsüzsün bari bi sigara falan al” derim kendime. elimden geldiğince almak isterim fakat bazen elimden gelir ama cebimden gelmez.

ufak tefek iken ben, bakkalcı olmak isterdim ve hatta bu kadar çikolata, şeker gibi şeylerin onlara sırf bakkal oldukları için bedava verildiğini düşünürdüm. Bakkala salak derdim içimden; ben olsam hep yerim…

3 Eylül 2005

sen-ki-ben-ki

senin bana bakarkenki gördüğün beni, benim sana bakarkenki gördüğüm seni... senin elini uzatırkenki beni, benim elini tutarkenki seni... taksiye binerkenki beni, taksiden inerkenki seni… gazoz kapağı oynarkenki beni, ip atlarkenki seni… cillileri kazanmışkenki beni, ip atlarkenki yanmayan seni… uçan jet jumbo izlerkenki beni, clémentine izlerkenki seni... action man isterkenki beni, sindy bebek isterkenki seni… bunun için ağlarkenki beni, onun için ağlarkenki seni… şimdi bakarkenki seni, görüyorum sanki beni… evet, evet; ben senim… sanki, sanki; sen benim…

2 Eylül 2005

birlikte lokatif

gökyüzünde buluşalım, bulutlardan evimiz olsun, içinde doyasıya ağlayalım seninle ve gözyaşlarımız yeryüzüne insin yağmur diye, herkes çekinsin gözyaşı yağmurlarımızdan ve korunmak istesin o özlemin ateş damlalarından… canımız sıkıldıkça; o gezegen senin, bu gezegen benim zıplayalım; el ele, kol kola… meteorlar, sevgimizin kalkanı olsun ki, kimse dokunamasın saf yüreğimize… susadıkça okyanuslara uzanalım, geri alalım gözyaşı yağmurlarımızı, beklemeden buharlaşmasını… ver elini, al elimi… beraber geceye gitme vakti, ayın ışığı olalım birlikte, yeryüzü ışığımızla yaşasın aşkını… şimdi uyku vakti, bekle güneş biz geliyoruz…

güldürenkeşif

yorgunum…
bir ağacın altında oturuyorum ve durmadan “sen” düşüyorsun kafama…
yerin çekimi, göğün itimi oluyordun hayatımda…

1 Eylül 2005

iki yarımay, biz ediyorduk...

Sigaramı çekiyordum, derin derin içime ve her çekişimde seni soluyordum. Aklımda sen tütüyordun, ben tenine olan hasretliğime özlem ekiyordum. Etrafımda karanlık geceyi aydınlatan yarımay ve ben o manzaraya gümüş gül dikiyordum. Aklımda seni çevirtiyordum, seni aklıma çevirtiyordum. Duman oluyordu her nefesim ve manzara buğulanıyordu. Buğulu manzaraya adını işliyordum "sen" ile "ben"i topluyordum biz ediyordu, gümüş gül diktiğim manzara üzerindeki yarımay, oluyordu bir dolunay ve gece daha bir aydınlanıyordu; biz gibi…

gelgit

...
hoş geldin
...
boş gitme!
...

31 Ağustos 2005

neden\/sellik

birileri, dışımıza düşürüyor içimizi,
birilerinden birisiyiz herbirimiz,
birisi girdi, herbiri çıkarken hayatımızdan,
hayat çıktı, birisi girerken içimize..

inişler ve çıkışlar, gitmeler ve gelmeler, dönüşler..
birileri de "sıkılmadım bu hayattan, ne kadar keyifli ve monoton olmayan bir hayatım var "desin yahu. onu kalemine alsın diyorum..
bak bak ne diyorum
deli
diyorum....

yahu bir keyifliyim bir keyifliyim, nedenlerim bile hiçe sıfır kalmışken, nedensizce... ya sizce...

30 Ağustos 2005

ya da

çok uzak olduğum bir şey hayatımda… yaşamaya alışmışım kendi halimle... anlaşılmayarak öleceğim geçiyordu bazen… içimdeki fırtınalara tek başıma karşı koyuyordum... özlem vardı ama ne olduğunu bilmediğim bir hasretlik ve beni hasta eden düşünceler, dibe vurup alınan ivmeler, boğulmalar, suni teneffüs hallerim… hepsinde tek başımaydım, aynı anda karakış ve kavurucu sıcağı beraber yaşıyordum… çok halsiz kalıyordum… ve sen yoktun aslında…
ya da;
"Var da Yok" tun...

29 Ağustos 2005

döndu(n)rya

hani vardır ya çevrende; arkadaş, dost diye sarıldığın küçü-cük insancıklar... devamlı tüketimleri paylaştığın, en fazla bir şeyler üretebildiğin; o da binde bir...

oysa/yoksa

kış geliyordu,
kaçışlarım yağıyordu üzerime...
ve
bir konu mu vardı yoksa ortada;
karanlıkta bekleyen iki insandan başka...

28 Ağustos 2005

otur yerine

karanlığım kalmışken solsuz sağsız ve sağ sol darbe yerken, buz gibi güneş doğuyordu geceye ay niyetine.. karanlığıma soğuk iniyordu... can sıkıntılarını cıkarınca hayattan ne kalırdı elimizde, benimizden büyük eksinin küplerimi ovusurdu avuclarımızda.. düşünce düşünce diyorduk düşemiyormuyduk zamandan, yoksa sadece düşlüyormuyduk düşerken.. neydi bu tanımsız devinmeler yalnızlığa ait... yoksa herşeyin içine kazıdığımız hiçsizlik midir?ne mi var. elimi acıyorum avuclarımı goremiyorum, avuclarımı cebimde bırakmış; içimize düşerken düştüğümüz dışımız...

27 Ağustos 2005

no surprise

kopuyor.
evet,
koptu galiba.
düştü mü?
anlamadım.
farkındayım.
kopmuş olmalı,
hissediyorum.
düşmüş.
nereye düştü.
bulamayacağım.
sanırım,
aramamalı;
düştüğü yerde

26 Ağustos 2005

uza duyum

Güneşin geceye bıraktığı berrak akıntıda, iletişim kavramı susmak ve pusmak üzere kuruluyken; tavanın bulutlaştığı, tabanın yeşerdiği bir kış giriyor aralık kapının ardından ve dumana karışan düşünceler çekip çeviriyor aklımı semazen edasında, ki dalıp gitmek geri getirsin beni bana, benden bana…

25 Ağustos 2005

hayat bağı

Bakkala soda almaya gidiyorduk. Bakkalın yeni sahibi, dükkânı epey bir düzenlemiş yığmış malı, ne ararsan var. Fakat elmalı soda yine de yoktu. “Eskiden bakkal niye böyle değildi” dedim arkadaşıma. “Kaç yaşına gelmiş kadın, çocuğu da yoktu. O yüzden eskiden bakkal düzensizdi, umurunda değildi karının, bakkal falan, öyle yaşıyordu işte. Çocuk insanı hayata bağlıyor” dedi bana evli ve çocuklu arkadaşım…

yine ugradim

yazdıklarım dökülüyor, ben yazamadan, yırtılan sayfalarda, bir bir, onceyi yaşıyorum , sonrayı kaybederek...

23 Ağustos 2005

notlar0000

bugün gündüz vakti çok sigara içtim. akşam yemeğini tıkabasa yedikten sonra bile canım sigara istemedi. aslında istedi gibi, fakat damaklarımda bir gerilme oldu. akşam yemeğinden sonra sigara içme isteğimin olmaması durumunu, dokuz yıldır sigara içen biri olarak ilk kez yaşıyorum. önemli. sabah bambaşka bir insan olabilirim. olursam buradan haber ederim.

22 Ağustos 2005

tekessür

Etrafımda dönüp duran ve başucuma saplanan,
Ritmiksel zehiriyle, damarlarıma kök salan...
Oluk oluk akan, beynimin loplarından,
Lâl olmuş dilimden, kalemime yayılan…

kaybolun çoğul olarak

Kopuyor yine isteklerim. Hiçbir şeyi istemiyorum. Neden düşüncelerimin içine sahtelik sokuyorsunuz. Ne istediğinizi ve esas amacınızı neden söylemiyorsunuz.. bir de içtenlik mi bekliyorsunuz, sırf kelime oyunları arasında yitiyor isteklerim ve özlemlerim… yabancı davranışlar atmayın üzerime, gülüşünüzün ardında bir savaş açmayın artık, bırakın ve gidin ya da yanaşmayın limanıma… Defolun… Hayat için bulduğunuz o yalan kurallara tevil katarak kendinizi dahi kandırıyorsunuz. İçinize işlemiş, o kararmış ve mıh vurulmuş yürekleriniz de akıllarınız da bir dolan olmuş yalandan öte… körelmiş beyinlerinizin içinde akıyor ruhlarınız ve koşuşturmalarınız ve bocalamalarınız... akıp gidiyor zaman ayaklarınızın altından ve siz sadece gülüyorsunuz hissiz ifadelerinizle…

bir damla yağmurla ıslanmayı paylaşabileniz bizler fakat sizler boğulanlarsınız bir damla akıntıda…

21 Ağustos 2005

gayet normal

Onca kişi yitip gitti bu hayatta ölü veya diri, tanıdığım, bazen de yakın olduklarım ama ben bir türlü üzülemiyorum, ağlayamıyorum. Çok yakın birini, aileden birini hastanede yatarken gördüğümde de böyle… olması gereken buruk bir his midir, acı mıdır nedir.. öyle bir şey duyulması gerekir bildiğim kadarıyla… ama ben odun gibiyim… yani gördükten sonra değişmesi gereken duygular sabit hep. Üzülemiyorum ya da ne bileyim, işte olmayan bir şeyler...

Ondan ayrılırken bile ağlayamadım… bir şeyler kopmuştu biliyorum, hatırlıyorum… kaybetmek üzerine, ilk kez bir kıpırdama olmuştu duygularımda… bu hisleri hiç yaşamadım değil yaşadım elbet ama başka olaylarda başka başka, başka, başka bir şeylerde…

Bu kadar sıkkın bir beden bu kadar dar bir can ve onca düşünceler aklımda ve bir o kadar yalnız ve karmaşık ve diğer her olumsuzluklar hatta hastalık sebebiyeti olan içsel kavgalar.. ama ağlamak bambaşka… katı mıyım? sıvı mıyım? gaz mıyım? ergidim mi? yoksa ne oluyor.. off yok bir şey, mantıklı değil sadece…

bir adım her adım


Sokaktayım… herhangi birinde… gözlerim kapalı ya da açılmıyor… sokak üzerinde bir kapı var aralık olan… belki bir işaretti bu açık kapı. Hayır, hayır… denize düşen yılana sarılsın kapısı… mor bulutlar tepesinde sokağın… kırmızı akıyor sokağa damla damla, bulut mavi kalıyor kansızlığında… sokak boş, içimde üç basaklı masanın dengesizliği, gözlerimde mavi yaş taneleri ve bulutun kırmızı kan taneleri buluşup, mor akıyor ayak parmaklarıma, topallıyorum sokağın sonuna doğru ve tüm kapılar açılıyor ardımdan, topal yüreğim sızıyı haykırıyor damarlarıma, kalbimin odacıklarına kadar sızı yükseliyor damarlarımda, sıcakkanlı kalbim soğuyor ve üşüyor ve kalbim ve kalbim dökülüyor tane tane kırıntılarıyla… gözlerime güneş vuruyor ve halen kapalı gözlerimin kapakları ardından seyreyliyorum kızıllığın doğuşunu...

..
.
“Her şey kapalı gözlerimin ardında ve ne olursa olsun, dünya ayaklarımın altında…”
.
..

önce

Son kullanma tarihi geçmiş duygular
Asgari ücretli düşünceler
Karbonmonoksit ruhlar
Sıvı atıklı beyinler
Geçinemeyen ön/arka yargılar
Banknot bakan gözler
Üretim hatası kelime grupları

Ne yer çekiyor
Ne gök itiyor
Ne düşüyor
Ne uçuyor

sinema

olgun eden beni,
deli ettiği kadar...
zekama sahip çıkan,
aklımı karıştıran...

lull

hepimiz biraz yorgunuz
ve kırgın boynu bükük
daldıkça içimize
daha bir düşüyoruz dışımıza
ve aslında tüm bu yaşananlar
bir .......... olsa gerek
................. istemediğimiz...

20 Ağustos 2005

kurdele

kelimeler miydi
ağlayan cümlelerde
yoksa kaçan...
her seferinde
umutları ellerinde
beklemek ölümdür
ve parçalanmak
oysa tüm kaçışlar
yine...yine...
kendine...

19 Ağustos 2005

bendekisizden etiketbastım

Her zaman olduğu gibi yine uyuyamadım... 2 bardak elma suyu ve 2 adet sigara eşliğinde bu sefer yazı veya şiir yazmadım.. artık vakti gelmişti diyerek; linklere, title ekledim... herkesin, bana ait kendilerini...herkesde bulunan biraz beni...

b(d)irlikte

artık insanlar gülmüyor gerçekten
sadece güldüğünü sanıyor ağlarken

biz birlikte ağlayalım… niye ağladığımızı unutana dek…

gökten kusmalar

ellerimi havada asılı
savrulmuş küller
içimde yağmurlar
haykıran gözler
titrek avuçlar

sonra;
…bitmiş piller, durmuş saatler, susmuş müzikler…

bunun üzerine;
çalmayan ziller, dönüşsüz yollar, sımsıcak karlar, eriyen buharlar, terleyen düşünceler, yitirilen özlemler, anlamsız yazılar…
peki ne aramıştın bende…
ben senin içindeki büyük mutluluğum ve büyük acılarınım…
hayır değilim…
ben sadece benim…
kalbimde ve kalbinde,
aklımın hep bir köşesinde…

18 Ağustos 2005

kırılmıştık/larımız

kelimelerim dökülürken,
parmaklarıma...
ve düşerken arasından,
parmaklarımın...
avuclarım ağlarken,
yalnızlığına...
sensizliğim geçerken aklımdan
ve
tükenirken gözyaşı pınarlarım,
hep acıtır bedenimi,
yaşamıma saplanan o an


ve sonuç;
göğsümde kalbimin doldurduğu boşlukta bir sancı...

bang bang

Fitili ateşleyemeyen fakat fitil üzerine çok güzel yazılar yazan, sohbetler eden, yorumlar yapan ve hatta bazen çözüm önerileri sunanlardan biriyiz hepimiz, hepimiz biriyiz. Sürükleyelim biraz... Evet, hepimiz fitiliz, kendimizi ateşlemekten korktuğumuz ya da sebeplerimiz her ne ise o…Sonuç olarak; hem ateşiz hem de fitil, iç içeyken tutuşamayanlardan…

Ne yazık! Sadece okuyor, görüyor ve bunun üzerine en fazla buğz ediyoruz.
Bakalım kabımıza ne zaman yılan girecek…
Ve bakalım ve görelim; gamsız hayatları pencerelerimizden… Yok yok; camı, perdeyi açmaya gerek yok, cam ve perde zaten yok…

Nerde kalmıştık…
Suya ve sabuna mı dokunuyorduk?

17 Ağustos 2005

mora(r)ttı ben(i)

ve böyle uzar gider… lastik gibi uzadıkça, uzar... ki ne zaman kopacağını her an hissedecekmişçesine, ama yinede salakça bir umutla sınırlarını zorlarsın elindeki her neyse(ki bazen; yaşam)...kopana dek... kopar...içinden pişmanlık benzeri bir şey, akıp gider...sonra düşünürsün yıkmak her zaman daha kolaydır diye...kolay mı gerçekten her şey bu kadar?
belkide sorularımı yitirdim bu aralar... beni mor, karşımdakini morlaştıran soruları... hep cevaplar vardır etrafımda ıslı bir adada... yalnızlık ne kadar mümkün en başta kendin denen lavukla yaşamak zorunda olduğun sürece...

nothing

uyurken izlediğim seni
ve
çekip giderken beni
ve
ellerin
ve
ellerim
ve
senden
ve
benden
ve
yoksun
ve
sen
ve
yoktum
ve
ben
ve
veya
ya da
her ne haltsan

stop

pause

hep uykuda görürdüm seni... bilirim ki yorgunsun... belki biraz da kızgın... unutanlara, unutulanlara... acılara tutunulur muydu... tutunulurmuş... ve her yenilgi kazınır belleğine... hiç ummadığın anlar yakalar bir kedi gibi boynundan... çaresizce... ki avuçlarımda hala sıcaklığın, terli ve titrek ellerimde dokunuşların…elimde olmayanları saymıyorum, olanlar fazlaydı belkide...

play

sızı

kalbimin uçurumlarından birindeyim. atmosfere göz kırpıyorum. yaş bırakıyorum uçurumdan aşağı, bir gözüme ait. diğeri çaresiz…

16 Ağustos 2005

saklama samanı

Hayatımdan öyle çok insan silmişim ki, gerçekten artık hatırıma bile gelmiyorlar. Hayatım üzerinde etkisi olmasını istemediğim insanlar yok hayatımda. Beni bu konuda eleştirenlere, bu konuda dürüst davrandığımı söylüyorum. Atma lazım olur zihniyeti mi taşımalıyım yoksa insanlar için.

Yan komşularımız; mahallemizde yaşayan diğer insanlarla araları hiç iyi değildir. Selam ve sabahları yoktur. Geçmiş zaman olur ki, kavgaları dahi olmuştur.

Yağmurlu bir akşam bakkala sigara almaya çıktığım vakit tam köşebaşında yerde yatan bir adam, hemen koştum. Komşumuz, dağ gibi adam yığılmış, yerde yatıyordu ve alnından kan damlıyordu yağmura karışarak. Hemen ambulansı ve oğlunu aradık adamın, zorlukla yerden kaldırıp ambulansın gelmesini bekledik, ambulanstan 5 dk kadar sonra geldi oğlu ve bize;
-Erol n’oldu babama, anlatın nesi var. Allah’ım neden v.s.
Durumu anlatıp hangi ambulansla, hangi hastaneye gittiğini söyledik.

Ertesi gün ise öğle namazına müteakip cenaze namazını kıldık. Ardından babam defin işlemleri içinde yardımcı olmak üzere, son yolculuğunda mezarına kadar beraberdi.

O günden beri oğlu beni nerde görse selam verir ve yüzünde başka bir ifade, gözlerinde başka bir bakış vardır bana ve babama karşı.

Bunu niye mi anlattım? Belki ilk paragrafla arasında bir bağ vardır ya da ince biz çizgi...

damla damla boca ediyorum

Bocalıyorum, fakat bundan bile emin değilim.
Aklım elvermiyor aklımı. Uyumaya calısmak ne kadar kötü. Bunu hiç yapmasam bile kötü.
Er ya da geç döneceğim, şimdi öylesine süzüyorum ki, idrak ediyorum tane tane, damla damla...

15 Ağustos 2005

Bu mudur? Budur!

NewYork'ta bir yayinevinde redaktor olarak calisan 51 yasindaki George Turklebaum, gecirdigi kalp krizi sonucu hayatini kaybetmis... peki bu olayin diger milyonlarca kalp kriziyle olumden farki nedir derseniz: 23 kisiyle birarada calistigi acik ofiste, adamin kalp krizinden gittigi tam 5 gun sonra birisinin yanina gidip 'iyi misin?' diye sormasiyla farkedilmis.. Patronu, sirkette 30 yildir calisan George'un sabah ofise en erken gelip aksam en gec cikan eleman oldugunu, etrafindakilerle konusmadan butun gun sadece isiyle ilgilendigini soylemis.. bu nedenle de, her zamanki gibi masasinda bir yazi okudugu sirada kalbi durarak oldugunde kimsenin dikkatini cekmemis.. Bu olaydan cikarmamiz gereken ders:

"Kendinizi paralarcasina calismayin.. kimse farketmiyor"


Bu saatte halen şirkette olunca aklıma gelen ilk şey nedense bu oldu. Sanırım eve gitmekte fayda var.

ara ve bul

Bloguma arama motorları sayesinde denk gelenler var aranan kelime ya da kelimeler ise;

adsl2+
malazlar kibrit
gel artık
sözü olmayan müzikler
adsl modem almak
başım zonk zonk ağrıyor
adsl2 modemler
İllellezıne
uyan da balığa gidelim
adsl2+ türk telekom
çuff çuff oyun


:)

14 Ağustos 2005

sessizfilm

Evet.
İşaret bekliyorsun. Zaman zaman beklediğini unutuyorsun. Arada bir hatırına geliyor. Anlık duygu silsilesi yaşıyorsun. Ardından Lambaya püf diyorsun, Kendini sevmediğin zamanların oluyor. Neden sorusunu adını kullanarak soruyorsun. Kendine saygılı hitap ediyorsun. Fakat kendin sana cevap veremiyor. Cevapsız kaldıkça konuşmaların, kendini hırpalıyorsun, araya kırıcı sözler giriyor ve yine cevap yok. Bu anlık duygusal yoğunlukta, yorucu bir zaman akıyor yanıbaşında. Uyuyorsun; sana cevap veremeyen, kırdığın kendinle iç içe ve aynı yatak ve aynı beden ve aynı yastık üzerinde.
Uyanıyorsun.
Kalkıyorsun.

Devam ediyorsun;
Geceye çöken karanlığın, içine de çöktüğünü fark edeceğin, bir sonra ki “anlık, karmaşık duygular silsilesi”ne kadar…

13 Ağustos 2005

gereksiz

Şuradan giderek, ünlülerin küçüklük resimlerini görebilirsiniz..

Mesela kimler var;
Angelina Jolie
Bjork
Halle Berry
David Duchovny
Jean Claude Van Damme
Jean Reno
Jimi Hendrix
ve
Marilyn Manson

vs.vs.vs.

var da yok

Duvara çarptım, bittikten sonra... Ölmediğim için, duvardan öncesinden silkindim.

Bu sözlerle başladığım yolculuğum halen sürmekte. Her geçen gün, körelmişliğimden sıyrıldığımı fark ettikçe “hayırlısı olsun” un içerdiği o derin anlamı çok iyi anlamış oldum. Kalbimi, elimde görebildiğim zamanlarım vardı duvarın ardında.


Çoğunluğun oluşturduğu değildi; doğru olan, azınlıkta kalanların da oluşturduğu değildi; doğru olan. Özgürlük değildi problem. “Bu benim hayatım” değildi problem. Milyarların içindeki yalnızlık değildi hüznümüz. Tek olmanın verdiği yalancı haz değildi arayışlarımız. Milyarların içinde ki diğer yalnız eşini aramak değildi hayallerimiz. Çoğul konuşurken kendimizi saymadığımız değildi ayıbımız. Kendimize armağan ettiğimiz yalanlarımız değildi, düşük vicdanlarımız. Örtbas etmek değildi, sevgimiz. ………………………



İşaretler içinde boğuluyoruz. Üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek biliyoruz. Birileri doğrularımızı götürecek. Açığa çıkan her özgürlük vakfı eylemleri, kavramsal demokrasi üzerine yoğunlaştıkça, biz kabımız da yılan var mı? Diye soracağız. Teklik üzerine kurulan ve zeytinyağı üslubun da okşanan gururlarımız ile saltık ruh ikizi karmaşası yaşamayı tercih edeceğiz. Meşguliyetlerimiz olacak bizi uzaklaştıracak, O’ndan. Biz halen, biz olacağız…




Her yönden poyraz esiyor aklımın içine doğru.

Koşuyorum.
Düştüm.
Ayaktayım


Düşününce var olduğunu sananlardan mıydın sen de,
yoksa
Var olmak mı demişti birileri, yok olmayı göze alarak
Susuyorum.
Bir daha…
Gidiyorum.
Ardımdan bir ses;
Gençler bilse, yaşlılar yapabilse idi

Duyamıyorum
Affet
Düşüy…….

12 Ağustos 2005

yihhhhuuu

bugünkü mutlu hâlimin, yarına ait olduğunu fark ettim.
yarın çalışmıyorum.
yihhhhuuuu

Rahman ve Rahîm olan


ın Adıyla

Vel asr * İnnel insane le fi husr * İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr

11 Ağustos 2005

mudil sezgi

fark
edilmeyen,
gecenin
ışıltısında

birlikte
koşacağız
elbet,
yalnızlığa

anlamayacaklar,
anladıklarını
sanacaklar.

sadece...

9 Ağustos 2005

ADSL 2+

ADSL2+, standart ADSL hız limitini üç katına ulaşmasını sağlayan bir teknolojidir. ADSL standardında elde edilebilen en yüksek download hızı olan 8 Mbit/saniye, ADSL2+ standartı ile 24 Mbit/saniyeye çıkmaktadır. Artı olarak ADSL2 standardında bu hız sadece 12 Mbit/saniyedir. Kısaca ADSL2 ve ADSL2+ birbirinden farklıdır. ADSL2 başlamadan biten bir teknoloji ya da geçiş dönemi teknolojisi olarak adlandırılabilir ki bu her elektronik cihaz için dahi artık geçerli olmaya başlamıştır.

Adsl bağlantısının hızında;
bağlı olunan santrale uzaklık ve hattınızın kalitesine göre bağlantı kayıpları yaşanabilir. ADSL2+ sayesinde bu kayıplar çözüm bulmuş oluyor. Tabi bu çözümden yararlanabilmek için. Mevcut Adsl sinyali alan hattınızın ve modeminizin ADSL2+ olması gerekmektedir.
Teksas Instruments firması, geliştirdiği “Dynamic Adaptive Equalization” DAE teknolojisi ile bu çözüme öncülük etmiş oldu. DAE teknolojisi sayesinde modem, hattın kalitesine göre kendini ayarlayabilmektedir. Kopma sorunu sıkca yaşanan yerler de ADSL2+ tam bir çözüm sunacaktır diyebiliriz.

Sıra ülkemizde, ADSL2+ iyi dedik, güzel dedik. Fakat şu an itibariyle yeni açılan portlar haricinde diğer portlar ADSL standartına sahip. Sadece yeni açılacak portlar, tahminimce 100/150 bin adet olacak ve bu portlar ADSL2+ standartı ile gelecek. Eğer yeni başvuru yapanlar varsa ya da yapacak olanlar varsa, alacakları modemi seçerlerken ADSL2+ desteği olmasına dikkat etsinler. Aksi hâlde ADSL2+ portuna sahip oldukları halde bu nimetten faydalanamayacaklar.

ADSL2+ desteği veren modemler de bildiğim kadarı ile piyasada kısıtlı durumda. AirTies ve Zyxel marka modemler ADSL2+ desteği olduğunu söylemekteler. Bir de zaten elinde modemi olanlar için ise yapılabilecek ilk şey, modeminizin firmware update edilerek ADSL2+ desteği verip veremeyeceğini öğrenmek olacaktır. İlk ADSL2+ portların dağıtımı yapıldıktan sonra, mevcut ADSL standartına sahip bizler de, ADSL2+ için geçiş hakkımızı kullanabileceğiz ve bunun için ücret ödemeyeceğiz (ödemememiz gerekir). Umarım artık Türk Telekom bir şeyler başarır ve eline yüzüne bulaştırmaz.



Biraz da işimizden bahsedelim diyerek, ADSL2+ standartından bahsetmeye çalıştım. Umarım yararlı bilgiler verebilmişimdir.

8 Ağustos 2005

çaydan poşet

poşet çaydan nefret ediyorum.
ne çay tadı var ne poşet..

elektronik posta balığı

Biri bana mail atmış;
"uyan da balığa gidelim" demiş.
(komik)
Ama ben balık tutmasını sevmem.
(olsun komik.)

7 Ağustos 2005

hede şeysi

Baş ağrısı ve Zonk Zonk lamalar yok oldu gibi ya da ben alıştım fark edemiyorum. Kendimi abur cubura adadım. Hapara hupara yiyorum. Lık lık lık içiyorum. İçerisinde çıstak ve dımtıs olmayan müzikler eşliğinde patara kütere dans ediyorum. Arada bi miskinlik belirtisi olarak hart hurt kaşınıyorum. Sigarayı çuff çuff latıyorum. Msn den lay lay yapıyorum. Uzun suredir açmadığım tv yi bugün çatır çatır açıp, şrak diye kapatıyorum. Birazdan hangi filmi izlesem diye kara kara düşünüyorum…

havam yok

Bugün günlerden başım ağrıyor. Daha önce de bu günü yaşamıştım. Deja vu değil.
Gecenin gec saatlerine kadar kulaklarımdan içeri aldığım o şiddetli muzik, başımın içine yerleşti.
Uyurken de sunburn ile uyumuşum ve sadece uyumuşum, dinlenememişim.
Baş ağrısı dinmek üzere ve yerini sağanak zonk zonk lara bırakıyor.
Ben ıslanmaya gidiyorum, tipiye dönmeden..

Bazen çok kızarım

Arkadaşım üzerime gelme. Israr etmenin bir sınırı yok mu sen de. Sus artık. Hayır, cevabını kaç kez daha duymak istiyorsun? Adet varsa kafanda belirlediğin söyle de hayır ile çarpayım. Bu sözleri söylemek istemezdim ama sen bu sözleri bir araya getirebilmemi ve şu dilimin ucundan çıkabilmesini sağladın. Belki de bundan sonra, bir daha hiçbir konuda bana ısrar etmeyeceksin bu sözlerimden dolayı, hatta belki de hiç söylemeyeceksin. Umarım bunu yapmazsın, fakat sanmıyorum.



Bu sözleri söyleyemedim fakat ramak kalmıştı. Sinir oldum.

6 Ağustos 2005

kansız cografyam

Gözyaşlarıma ait hikâyelerin içinden çıkagelen, bir sevgi destanı yatıyor, ak düşen saçlarımda. Sen ölüme kokuyordun, ölmek için emrinde bir sürü nedenin vardı ve öldürmeye gidiyordun.

Kızıllık serilirken ellerimin arasından yeryüzüne, yeryüzü kızıllığın ışıltısını alıkoyuyordu gözlerime. Ölüm kırmızı olmazdı bu coğrafyalarda, ölüm tek başına gelmeliydi kana çalmadan rengini. “Sen”lerden bir ölüm değil, bir zulüm değiyordu kanıma. Akamıyordu. Olmazdı bu coğrafyalarda…

Sen, zulmüne sadık kal.
Rengini kırmızıya çal.
Ve giderken ölümlerine,
Hikâyelerini de yanına al.

oheh

Bilgisayarıma, Western Digital 36 GB / 10.000 rpm / 8 mb cache disk takarak, işletim sistemini kurmuş bulunmaktayım. Sonuç olarak sistem uçuyor, Powera basmamla desktop ın ekranda belirmesi aynı anda oluyor. Tamam kabul ediyorum, Power’a biraz yavaş basıyor olabilirim. Fakat Windows XP boot sırasında akan çizgi, 1 tur at(a)madan geçiyor.
Mutluyum : )

Bir miktar “hayvanlık” ederek sistemdeki disk kapasitesini de 1 terabyte üstüne (1106 GB) çıkarmış bulunmaktayım.
Huzurluyum :)

mor-ar-dık

Yıkılıyordu sessizce içimde yuvaladığım kumdan tepelerim.

Yaşam kadar gerçek - yaşamak kadar sahte kumdan kalelerin vardı belki -

Çık.

4 Ağustos 2005

sus-adım sodaya

Ben-soda var mı ?
çaycı-var abi..
B-elmalı soda getirsene bi tane. kaç marka bu arada soda.
Ç-3 abi
B-oha 600 bin lira mı soda..
Ç-bakkalda 500 abi..
B-tamam işte ben de onu diyorum
Ç-ama bizimkisi hizmet abi, ayağınıza kadar getiryoz
B-doğru, haklısın.. Peki sodayı ayağıma getirmeye 100 bin lira alıyosun da çayı ayağıma getirmek için ne kadar alıyon.
Ç-Çay 200bin abi ondan almıyoz.
B-Döverim seni, git iki soda getir ama ayrı ayrı getir. yoksa birine 500 veririm.
Ç-tamam abi..

uyku-sus

Bugün kendimi son derece yorgun, bitkin, harap ve bitap düşmüş hissediyorum.
Uykusuzluk da var.. Zor gün..

rablura ratıskı

bildiğim her şey girdi birbirine ve oldu aklımda ki kavramlar bilmediğim bir dil

umar

Yok, yok. Yakın olmak istiyorsan, uzak olacaksın.

3 Ağustos 2005

alametifarika

Birkaç yıl aradan sonra odamda ki dolabı açacaktım. (Oheh, cümleye bak) Yok, yok efendim öyle değil, dolabı açmaya giderken ki modum bambaşkaydı “Çekilin, ben açarım, daha önce görmüştüm, deneyimliyimdir bu konularda, arkadaşlar arasında fena tanınırım, tahtadan en iyi ben anlarım, teorik bilgi ile tecrübemi birleştirip…. Tamam yeter. Sus…”

Niyetim sadece kapağı açmak değil, içinde neler var o’lum kaç yıldır açmıyon bir bak hele gibi bir şey olsa gerek fakat o anki ruh halimi tam hatırlamıyorum ve uykusuzluğuma veriyorum.. Belki de çok önemli bir kâğıt ya da resim falan bulucan ve her şey bambaşka olacak tribinde değildim tabi ki. Neyse açalım artık dolabı. Açalım. Açıyorum. Açtım. İyice döktüm hepsini ve ardından “hassktr off şimdi bunları toparlaması var bir de” gibi bir karamsarlık sardı bünyeyi. O sardıkça ben yatağa yanaşıyordum. Sarıyor, yanaşıyorum, sarıyor, yanaşıyorum derken valide hanım odaya teşrif etti ve beni o trans halinden çıkarıverdi. Fakat odayı o halde görünce annem transa girdi bu sefer. Neyse ki şimdi iyi kendisi, sıhhati falan yerinde.

Bir de konuyu dağıtma huyum vardır benim, nerde kalmıştık. Büyük bir poşet çıktı böyle bir sarmalanmış ta malanmış cinsinden. Poşetin fazlaca sarmalamasından dolayı sarmal sinir yüklünen ben, onca boğuşmanın ardından karşımda ne gördüm; “Sega Mega Drive II ” ve aldım hemen tv ye bağlamak için fakat o da nesi konsolun adaptör girişi kırık, tamir edelim hemen alalım havyamızı, iki cız bız oheh tamamdır. Şrak karşımda ekran “Di ri li lü, li lü di ri lü” tarzı bi oyun “Galaxian” gibin bişey bu yahu. Kasette birkaç pestenkerani oyun daha mevcuttu fakat ben sıkıldım, eskiler göründüğü kadar güzel değilmiş yahu. Ellemeseydim o dolaba hiç, “Sega MD II” ben de daha farklı kalacaktı. Geçmişi daha fazla kurcalamamak ve geçmişsel değer kayıpları yaşamamak için, her şeyi dolaba geri tıktım. Dolabı valide hanıma havale ettim. Hayırlısı…

Sonuç kısmı olacak mı bu yazıda.. Hmm. Pekala;
Sonuç kısmı işin hep en boktan kısmı olmaktadır. Bir deyim ve/veya birine ait bir söz ile pekiştirelim olayı ki, millet kulagına küpe yapsın.. Bir de "Kulagında Küpe" si olanları unutmayalım diyerek. Onlarada bir yerlerden elma, armut atalım belki yerler..

2 Ağustos 2005

öğreti

Hayatımın geri kalanında… Bir dakika ben bunu kaçıncı defa söylüyorum “geri kalanı” diye. Geri kalan mı? Güldürme artık beni. Kendin dahi inanmıyorsun artık geri kalanına. Hayatın değil de kendinden “geride kalan”ının sana ne getirdiğine bakmalısın. Yapılan her kötülükte “uyulan şeytan“gibi olmuş hayatın. Olmamış aslında, bilinçsiz bir yakıştırma seninki.

Farkında olmamak ne kötü, doğduktan sonra çevremizi sarmış olan ve “öğreti” ile gelen o kadar çok şey var ki, sanki doğum izi gibi.

Akrabalarımı birçoğunu sevmem, sevdiklerim ise akrabam olduğu için değil, o kişi oldukları için bende sevilir. Sevmediklerim akrabam olmasa ve yine karşıma çıksa yine de sevmem. Akbabalar pardon akrabalar da insan, dışarıdaki insanlar gibi, sevme zorunluluğum yok onları. Doğurganlıkla ilgili bir bağ var diye sevmek zorunda değilim. Akrabalık bu noktada bir öğreti oluyor. Eğer bize en başından beri “Hemşehri” lik kavramı, akrabalık kavramı gibi öğretilseydi, aynı durum “hemşehri” lik kavramı için söz konusu olacaktı. Sadece kabul görmüş bir sistem bu akrabalık. Yaşlı insanlara saygılı davranırım, akrabam olması ya da olmaması bu durumu değiştirmez. Sevdiğim veya sevmediğim kişinin akrabam olması ya da olmaması hiçbir şeyi değiştirmez.

Akrabalık bu durumda sadece evlerine rahatça girip çıkılabilecek ve çat kapı rahatsız edilebilecek düzey insanları oluyor. Kuzenimi severim. Yılmaz olduğu için. Bir yabancı olarak tanışsaydım kendisiyle, yine severdim.


dip: Arkadaşımla geçen diyalog tan sonra bu konuyu yazma eğiliminde bulundum ve yazdım.


alt bilgi:
Estağfurullah=Teşekkür edilen veya övülen bir kimsenin söylediği bir incelik ve alçak gönüllülük sözü.

1 Ağustos 2005

bekleyiş...

Seni gördüğüm anda, seni bana isteyen tanımsız devinmelerim oluyor, beden kaybı yaşıyor ardından yitiyor bilincim ve düşüyor çevresinden aklımın, aklım çekiyor bulut misali seni ve su niyetine buhar ediyor, bırakıp damlalarını tane tane kalbimin ortasına döküyor. Kitabımın cüzleri, cüzlerimin sayfaları, sayfalarımın satırları ve kelimelerim hep seni yazıyor, seni karalıyor ve sana tükeniyor kalemlerim ve karakalem çalışıyor gidip gelen yüreğim, tutarsız kalp atışlarım, sıfıra yakın nabzım, parlayan gözlerime ışık tutuyor içimdeki derin kasırgalarım. Işığının dibi görünmezken, dipsiz karanlığımı aydınlatıyor nurun ve etsiz bir kemik, kemiksiz bir et oluyor bedenim, ayrılıyor birbirinden ki seni bekliyor gelesin de buluşturasın bizi ve acısı dinsin ve unutayım sensizliği ve tekrar gideceğini düşünmeden kalayım bedenimle, yarınlarıma vereceğin dirlikle kalayım ayakta, ölmeden göreyim seni bir kez daha, hiç olmayacaksa gönder hayalini rüyama… Tekrar ediyor bu yürek, ey nurum; “Gel artık, bekletme beni...”

mr. and mrs. smith

Ve sonunda Mr. and Mrs. Smith izlendi.
Film için şu yorumu yapabilirim ki, Jolie ve Pitt üzerine yapılmış bir film. Herhangi bir başka ikili olsa, bu film tat vermezdi.
Kanımca, sevginin “sert” olarak sergilenmiş olması, filmi izlenesi yapan dürtüyü verdi. Belki de Jolie faktörü dürtünün ta kendisi olmuştur. - kendi adıma-. Film’e konu olarak bakıldığında pek etkileyici değil. Fakat sahne gereği olması gereken tüm etkilemeler tat vericiydi.

Jolie ve Pitt arasında ki izleyeni gülümsetecek diyaloglar iyi seçilmiş. Jolie tarafından hedefine gönderilemeyen bıçağın Pitt’ e konuk olması sonrası oluşan, karşılıklı mimik ve diyaloglar film boyunca mevcut ve komik. ( :) )

Evi darmadağın ettikten sonra ki sabah, kırık bardakta meyve suyu içtikleri sahne yoğun bir “aşk yeniden” kokuyordu. O an her şeyi bırakıp Pitt in elinden o bardağı alasım gelmedi değil. Fakat iki oyuncunun da tetikçi olması beni engelledi. (:p)

Filmin projesinde yer alması için ilk olarak Nicole Kidman düşünülmüştü. Fakat A. Jolie en doğru karar olmuş diyorum.

Sonuç olarak; Güzel bir Pazar gecesi geçirdim, keyif aldım. Filmden sonra yüzüm gülüyordu.. Hâlâ :)

31 Temmuz 2005

Düş....

“düşünce, düşünce” diyordum
“düşüyor muyum? düşünüyor muyum?” diye soruyordum…
“düşünerek mi düşüyordum.”
yoksa sadece
“düşlüyor muydum?”

30 Temmuz 2005

yumru yürek

yemin
yazmıştım
yarınlarımıza.
yüreğim
yanarken
yanıbaşında.
yalnızlık
yolladın,
yüreğinden
yüreğime
yaralandım

yalnızdım,
yapayalnız.
yalvarmıştı
yüreğim
yüzüne
yana
yana

yürüyorum.
yağmur
yağıyor
yere
yahut
yüreğime.
yutkunamıyorum

yumuluyorum
yeminli
yüreğimle
yatağıma.
yastığım
yalnızlığıma
yokluk
yüklüyor

yitirdiklerim
yaşamımı
yaralıyor.
yanardağın
yaşları
yayılıyor
yanaklarıma
yağmurla
yan
yana.

yabancı
yaşıyorum
yarınlarıma.
yoruluyorum
yaşamaktan.
yitiyorum,
yitiriliyorum
yaşamdan.

yastığımızda,
yaşlanmak,
yüreğimizle
yıllanmaktı
yegâne
yanılsamalarım.
yolumun
yoldaşı
yârim
yoksun
yanımda

yoksun
yanardöner.
yoksun
yavrum.
yokluk
yığılıyor
yaşlanan
yalın
yıllarıma

yoksa
yeniden
yapılabilir mi?
yahut
yanıltmaca mı?
yaşadıklarım
yok
yoksun
yüreğimde.
yüreğim
yalnızca
yarımay.
yârimin
yüreği
yaldızlı
yalan.



yokluğun
yetişiyor
yüreğime.
yüreğim
yalnızlık
yetisi.

yeter,
yüreğim.
yeter,
yârim.
yeter
yağmur
yüreklim

yallah
yüreğim.
yârim
yoksa
yanımda,
yallah.

yolcudur
yakuttan
yüzüğümüz;
yaban
yıldızlara…

29 Temmuz 2005

Söylence Sevda

soğuk
silüetin
sardı
sancılarımı

sonbahardı
sarıldım
saçlarına
sıkıca
sarıldım

sıcağın
son
saatlerinde,
serin
suretin
soluklandırdı
saniyelerimi.
sustum.
sadece
sanrıydı.

sıkıca
sarıldım
sessiz
silüetime.

sensizlik
sarmaşığı
sarmalamış
suretimi
susuz
sabahlamışım

sabahın
son
saatleri
satmış,
sonra
sarsmış,
sevgimi.

sabrım
sökülüyor,
sensizken.
savaş
sarıyor
sürekli
sevdamı
serüvenin
sonuna
sadece
sonuç
sunuluyor;
“sensizlik”
“sessizlik”


sıkın
serime,
sıkın
silahı.
susturun,
susuz
sabahlarımı.

25 Temmuz 2005

noktalı virgül

Gündüz vakti hiç iyi değildim. Agresif ve sinirli bir insan olarak akşam ettim. Farkettim ki son zamanlar hep böyle bir ben var etrafta.

Blogger oldugumdan bu yana, çok fazla yazı yazmışım. Herhalde bir süre yazmamak, bu aralar bana iyi gelecek diye düşünüyorum. Belirsiz bir süre belki sadece 1 gün ya da 1 hafta veya 1 ay. Belki de sabah uyanınca herşey daha güzel olacak ve hemen yazacağım. Sadece küçük tefek cümleler kurmak istiyorum bu aralar. Şebnem Hatun gibi "Artık kısa cümleler kuruyorum" moduna girdiğimi ve yazmaktan sıkıldığımı hissediyorum.. Bunaltıcı sıcakların dahi bir payı olabilir bu hâlimde..

hayırlısı..

akşamın biri

Kapıyı çektim. Anahtarımı cebimde bulamadığımı düşündüğüm sırada, parmaklarımda ki o metal hissi beni sevindirdi. Aklımdaki tüm düşünceleri aniden tersine çevirebilecek bir durumdu, tüm negatif düşünceler ve senaryolar bir anda pozitif oluvermişti. Ne kadar basit bir olaydı, fakat basit değildi. İçimdeki o ürperti bir anda uçmuştu. Kapıyı kilitledim. Saate baktım 20:23. Sokağa attığım ilk adımda, ne yapmak istiyorum geçti aklımdan. Evet, her zamanki gibi yine kararsızlık. Sigaramı çıkardım cebimden ve çakmak aradım fakat her zamanki gibi yoktu yanımda. Yoldan geçen birinden ateş isteyecektim. Sigaramın az kaldığını fark ettim. Bakkala gidip sigara ve kibrit almak daha kolay geldi.. O kısacık bakkal yolculuğunda neler düşündüğümü hatırlamıyorum fakat ne düşünmediğimi hatırlıyorum en azından.

Bakkala girdim. Her markette bulunan sigaraların dizildiği o tezgâha bakarak, içtiğim sigarayı aradı gözlerim, tam “hadi ya!” diyecekken gördüm kendisini;

- Metin Abi, marlboro soft kısa versene. Bir de kibrit ama Malazlar kibriti olsun. Kav varsa istemem.
- Ya olum. Zaten sıcak.
- Tamam, abi kızma ya. Yak bir tane sende. Bak herkese uzatmam bu sigarayı, diğer cepte samsun var isteyenlere onu veriyorum. Hadi hadi, seviliyorsun bizde sen.
- Eyvallah Gözüm. Yakalım dumanlanalım.
- Abi sen dumanlan ben gidiyorum. Hadi eyvallah.
- Sağ ol Gözüm.

Nereye gideyim diye düşünürken, mahallenin arka kısmında kalan o yeşil alana gidip uzanmak geçti içimden. Herkesin dilinde Ziraat diye geçen o yeşil alan. Fakat ben Ziraat yazan hiçbir ibare bilmem ve görmedim bu zamana kadar orada.

İçimden geçeni yaptım ve gittim. Uzandım. Güneşin sadece ışık verdiği zamanlar, gökyüzü güzel, henüz kararmamış. Sigaramı yakıp, gökyüzünü seyre daldım. Sigaradan her çektiğim nefesle ve ağzımdan çıkan her dumanla gökyüzü biraz daha kararıyordu geceye doğru. Hiç ses yok etrafta, müzik yok, sadece asfalt yoldan geçen birkaç kişi görünüyordu. Yaklaşık 40 dakika kadar kaldım orada. Kalkıp üzerimi silkeledim. İyi etmişim buraya gelerek dedim, içimden değil sadece. Sanki büyük bir tatil yapmıştım. Kafamdan onca şey bir anda uçuvermişti. Eve doğru giderken gülüyordum kendime. Ne kadar yakınmış tatil aslında diyerek…

yıl olmuş kaç, sen hala ne?

bir alttaki yazı ile bu yazı arasında 15 seneden fazla zaman var. neredeyse 6000 gün. altıbin adet doğmalı batmalı gün. hepsi de adrese tesl...