31 Ağustos 2005

neden\/sellik

birileri, dışımıza düşürüyor içimizi,
birilerinden birisiyiz herbirimiz,
birisi girdi, herbiri çıkarken hayatımızdan,
hayat çıktı, birisi girerken içimize..

inişler ve çıkışlar, gitmeler ve gelmeler, dönüşler..
birileri de "sıkılmadım bu hayattan, ne kadar keyifli ve monoton olmayan bir hayatım var "desin yahu. onu kalemine alsın diyorum..
bak bak ne diyorum
deli
diyorum....

yahu bir keyifliyim bir keyifliyim, nedenlerim bile hiçe sıfır kalmışken, nedensizce... ya sizce...

30 Ağustos 2005

ya da

çok uzak olduğum bir şey hayatımda… yaşamaya alışmışım kendi halimle... anlaşılmayarak öleceğim geçiyordu bazen… içimdeki fırtınalara tek başıma karşı koyuyordum... özlem vardı ama ne olduğunu bilmediğim bir hasretlik ve beni hasta eden düşünceler, dibe vurup alınan ivmeler, boğulmalar, suni teneffüs hallerim… hepsinde tek başımaydım, aynı anda karakış ve kavurucu sıcağı beraber yaşıyordum… çok halsiz kalıyordum… ve sen yoktun aslında…
ya da;
"Var da Yok" tun...

29 Ağustos 2005

döndu(n)rya

hani vardır ya çevrende; arkadaş, dost diye sarıldığın küçü-cük insancıklar... devamlı tüketimleri paylaştığın, en fazla bir şeyler üretebildiğin; o da binde bir...

oysa/yoksa

kış geliyordu,
kaçışlarım yağıyordu üzerime...
ve
bir konu mu vardı yoksa ortada;
karanlıkta bekleyen iki insandan başka...

28 Ağustos 2005

otur yerine

karanlığım kalmışken solsuz sağsız ve sağ sol darbe yerken, buz gibi güneş doğuyordu geceye ay niyetine.. karanlığıma soğuk iniyordu... can sıkıntılarını cıkarınca hayattan ne kalırdı elimizde, benimizden büyük eksinin küplerimi ovusurdu avuclarımızda.. düşünce düşünce diyorduk düşemiyormuyduk zamandan, yoksa sadece düşlüyormuyduk düşerken.. neydi bu tanımsız devinmeler yalnızlığa ait... yoksa herşeyin içine kazıdığımız hiçsizlik midir?ne mi var. elimi acıyorum avuclarımı goremiyorum, avuclarımı cebimde bırakmış; içimize düşerken düştüğümüz dışımız...

27 Ağustos 2005

no surprise

kopuyor.
evet,
koptu galiba.
düştü mü?
anlamadım.
farkındayım.
kopmuş olmalı,
hissediyorum.
düşmüş.
nereye düştü.
bulamayacağım.
sanırım,
aramamalı;
düştüğü yerde

26 Ağustos 2005

uza duyum

Güneşin geceye bıraktığı berrak akıntıda, iletişim kavramı susmak ve pusmak üzere kuruluyken; tavanın bulutlaştığı, tabanın yeşerdiği bir kış giriyor aralık kapının ardından ve dumana karışan düşünceler çekip çeviriyor aklımı semazen edasında, ki dalıp gitmek geri getirsin beni bana, benden bana…

25 Ağustos 2005

hayat bağı

Bakkala soda almaya gidiyorduk. Bakkalın yeni sahibi, dükkânı epey bir düzenlemiş yığmış malı, ne ararsan var. Fakat elmalı soda yine de yoktu. “Eskiden bakkal niye böyle değildi” dedim arkadaşıma. “Kaç yaşına gelmiş kadın, çocuğu da yoktu. O yüzden eskiden bakkal düzensizdi, umurunda değildi karının, bakkal falan, öyle yaşıyordu işte. Çocuk insanı hayata bağlıyor” dedi bana evli ve çocuklu arkadaşım…

yine ugradim

yazdıklarım dökülüyor, ben yazamadan, yırtılan sayfalarda, bir bir, onceyi yaşıyorum , sonrayı kaybederek...

23 Ağustos 2005

notlar0000

bugün gündüz vakti çok sigara içtim. akşam yemeğini tıkabasa yedikten sonra bile canım sigara istemedi. aslında istedi gibi, fakat damaklarımda bir gerilme oldu. akşam yemeğinden sonra sigara içme isteğimin olmaması durumunu, dokuz yıldır sigara içen biri olarak ilk kez yaşıyorum. önemli. sabah bambaşka bir insan olabilirim. olursam buradan haber ederim.

22 Ağustos 2005

tekessür

Etrafımda dönüp duran ve başucuma saplanan,
Ritmiksel zehiriyle, damarlarıma kök salan...
Oluk oluk akan, beynimin loplarından,
Lâl olmuş dilimden, kalemime yayılan…

kaybolun çoğul olarak

Kopuyor yine isteklerim. Hiçbir şeyi istemiyorum. Neden düşüncelerimin içine sahtelik sokuyorsunuz. Ne istediğinizi ve esas amacınızı neden söylemiyorsunuz.. bir de içtenlik mi bekliyorsunuz, sırf kelime oyunları arasında yitiyor isteklerim ve özlemlerim… yabancı davranışlar atmayın üzerime, gülüşünüzün ardında bir savaş açmayın artık, bırakın ve gidin ya da yanaşmayın limanıma… Defolun… Hayat için bulduğunuz o yalan kurallara tevil katarak kendinizi dahi kandırıyorsunuz. İçinize işlemiş, o kararmış ve mıh vurulmuş yürekleriniz de akıllarınız da bir dolan olmuş yalandan öte… körelmiş beyinlerinizin içinde akıyor ruhlarınız ve koşuşturmalarınız ve bocalamalarınız... akıp gidiyor zaman ayaklarınızın altından ve siz sadece gülüyorsunuz hissiz ifadelerinizle…

bir damla yağmurla ıslanmayı paylaşabileniz bizler fakat sizler boğulanlarsınız bir damla akıntıda…

21 Ağustos 2005

gayet normal

Onca kişi yitip gitti bu hayatta ölü veya diri, tanıdığım, bazen de yakın olduklarım ama ben bir türlü üzülemiyorum, ağlayamıyorum. Çok yakın birini, aileden birini hastanede yatarken gördüğümde de böyle… olması gereken buruk bir his midir, acı mıdır nedir.. öyle bir şey duyulması gerekir bildiğim kadarıyla… ama ben odun gibiyim… yani gördükten sonra değişmesi gereken duygular sabit hep. Üzülemiyorum ya da ne bileyim, işte olmayan bir şeyler...

Ondan ayrılırken bile ağlayamadım… bir şeyler kopmuştu biliyorum, hatırlıyorum… kaybetmek üzerine, ilk kez bir kıpırdama olmuştu duygularımda… bu hisleri hiç yaşamadım değil yaşadım elbet ama başka olaylarda başka başka, başka, başka bir şeylerde…

Bu kadar sıkkın bir beden bu kadar dar bir can ve onca düşünceler aklımda ve bir o kadar yalnız ve karmaşık ve diğer her olumsuzluklar hatta hastalık sebebiyeti olan içsel kavgalar.. ama ağlamak bambaşka… katı mıyım? sıvı mıyım? gaz mıyım? ergidim mi? yoksa ne oluyor.. off yok bir şey, mantıklı değil sadece…

bir adım her adım


Sokaktayım… herhangi birinde… gözlerim kapalı ya da açılmıyor… sokak üzerinde bir kapı var aralık olan… belki bir işaretti bu açık kapı. Hayır, hayır… denize düşen yılana sarılsın kapısı… mor bulutlar tepesinde sokağın… kırmızı akıyor sokağa damla damla, bulut mavi kalıyor kansızlığında… sokak boş, içimde üç basaklı masanın dengesizliği, gözlerimde mavi yaş taneleri ve bulutun kırmızı kan taneleri buluşup, mor akıyor ayak parmaklarıma, topallıyorum sokağın sonuna doğru ve tüm kapılar açılıyor ardımdan, topal yüreğim sızıyı haykırıyor damarlarıma, kalbimin odacıklarına kadar sızı yükseliyor damarlarımda, sıcakkanlı kalbim soğuyor ve üşüyor ve kalbim ve kalbim dökülüyor tane tane kırıntılarıyla… gözlerime güneş vuruyor ve halen kapalı gözlerimin kapakları ardından seyreyliyorum kızıllığın doğuşunu...

..
.
“Her şey kapalı gözlerimin ardında ve ne olursa olsun, dünya ayaklarımın altında…”
.
..

önce

Son kullanma tarihi geçmiş duygular
Asgari ücretli düşünceler
Karbonmonoksit ruhlar
Sıvı atıklı beyinler
Geçinemeyen ön/arka yargılar
Banknot bakan gözler
Üretim hatası kelime grupları

Ne yer çekiyor
Ne gök itiyor
Ne düşüyor
Ne uçuyor

sinema

olgun eden beni,
deli ettiği kadar...
zekama sahip çıkan,
aklımı karıştıran...

lull

hepimiz biraz yorgunuz
ve kırgın boynu bükük
daldıkça içimize
daha bir düşüyoruz dışımıza
ve aslında tüm bu yaşananlar
bir .......... olsa gerek
................. istemediğimiz...

20 Ağustos 2005

kurdele

kelimeler miydi
ağlayan cümlelerde
yoksa kaçan...
her seferinde
umutları ellerinde
beklemek ölümdür
ve parçalanmak
oysa tüm kaçışlar
yine...yine...
kendine...

19 Ağustos 2005

bendekisizden etiketbastım

Her zaman olduğu gibi yine uyuyamadım... 2 bardak elma suyu ve 2 adet sigara eşliğinde bu sefer yazı veya şiir yazmadım.. artık vakti gelmişti diyerek; linklere, title ekledim... herkesin, bana ait kendilerini...herkesde bulunan biraz beni...

b(d)irlikte

artık insanlar gülmüyor gerçekten
sadece güldüğünü sanıyor ağlarken

biz birlikte ağlayalım… niye ağladığımızı unutana dek…

gökten kusmalar

ellerimi havada asılı
savrulmuş küller
içimde yağmurlar
haykıran gözler
titrek avuçlar

sonra;
…bitmiş piller, durmuş saatler, susmuş müzikler…

bunun üzerine;
çalmayan ziller, dönüşsüz yollar, sımsıcak karlar, eriyen buharlar, terleyen düşünceler, yitirilen özlemler, anlamsız yazılar…
peki ne aramıştın bende…
ben senin içindeki büyük mutluluğum ve büyük acılarınım…
hayır değilim…
ben sadece benim…
kalbimde ve kalbinde,
aklımın hep bir köşesinde…

18 Ağustos 2005

kırılmıştık/larımız

kelimelerim dökülürken,
parmaklarıma...
ve düşerken arasından,
parmaklarımın...
avuclarım ağlarken,
yalnızlığına...
sensizliğim geçerken aklımdan
ve
tükenirken gözyaşı pınarlarım,
hep acıtır bedenimi,
yaşamıma saplanan o an


ve sonuç;
göğsümde kalbimin doldurduğu boşlukta bir sancı...

bang bang

Fitili ateşleyemeyen fakat fitil üzerine çok güzel yazılar yazan, sohbetler eden, yorumlar yapan ve hatta bazen çözüm önerileri sunanlardan biriyiz hepimiz, hepimiz biriyiz. Sürükleyelim biraz... Evet, hepimiz fitiliz, kendimizi ateşlemekten korktuğumuz ya da sebeplerimiz her ne ise o…Sonuç olarak; hem ateşiz hem de fitil, iç içeyken tutuşamayanlardan…

Ne yazık! Sadece okuyor, görüyor ve bunun üzerine en fazla buğz ediyoruz.
Bakalım kabımıza ne zaman yılan girecek…
Ve bakalım ve görelim; gamsız hayatları pencerelerimizden… Yok yok; camı, perdeyi açmaya gerek yok, cam ve perde zaten yok…

Nerde kalmıştık…
Suya ve sabuna mı dokunuyorduk?

17 Ağustos 2005

mora(r)ttı ben(i)

ve böyle uzar gider… lastik gibi uzadıkça, uzar... ki ne zaman kopacağını her an hissedecekmişçesine, ama yinede salakça bir umutla sınırlarını zorlarsın elindeki her neyse(ki bazen; yaşam)...kopana dek... kopar...içinden pişmanlık benzeri bir şey, akıp gider...sonra düşünürsün yıkmak her zaman daha kolaydır diye...kolay mı gerçekten her şey bu kadar?
belkide sorularımı yitirdim bu aralar... beni mor, karşımdakini morlaştıran soruları... hep cevaplar vardır etrafımda ıslı bir adada... yalnızlık ne kadar mümkün en başta kendin denen lavukla yaşamak zorunda olduğun sürece...

nothing

uyurken izlediğim seni
ve
çekip giderken beni
ve
ellerin
ve
ellerim
ve
senden
ve
benden
ve
yoksun
ve
sen
ve
yoktum
ve
ben
ve
veya
ya da
her ne haltsan

stop

pause

hep uykuda görürdüm seni... bilirim ki yorgunsun... belki biraz da kızgın... unutanlara, unutulanlara... acılara tutunulur muydu... tutunulurmuş... ve her yenilgi kazınır belleğine... hiç ummadığın anlar yakalar bir kedi gibi boynundan... çaresizce... ki avuçlarımda hala sıcaklığın, terli ve titrek ellerimde dokunuşların…elimde olmayanları saymıyorum, olanlar fazlaydı belkide...

play

sızı

kalbimin uçurumlarından birindeyim. atmosfere göz kırpıyorum. yaş bırakıyorum uçurumdan aşağı, bir gözüme ait. diğeri çaresiz…

16 Ağustos 2005

saklama samanı

Hayatımdan öyle çok insan silmişim ki, gerçekten artık hatırıma bile gelmiyorlar. Hayatım üzerinde etkisi olmasını istemediğim insanlar yok hayatımda. Beni bu konuda eleştirenlere, bu konuda dürüst davrandığımı söylüyorum. Atma lazım olur zihniyeti mi taşımalıyım yoksa insanlar için.

Yan komşularımız; mahallemizde yaşayan diğer insanlarla araları hiç iyi değildir. Selam ve sabahları yoktur. Geçmiş zaman olur ki, kavgaları dahi olmuştur.

Yağmurlu bir akşam bakkala sigara almaya çıktığım vakit tam köşebaşında yerde yatan bir adam, hemen koştum. Komşumuz, dağ gibi adam yığılmış, yerde yatıyordu ve alnından kan damlıyordu yağmura karışarak. Hemen ambulansı ve oğlunu aradık adamın, zorlukla yerden kaldırıp ambulansın gelmesini bekledik, ambulanstan 5 dk kadar sonra geldi oğlu ve bize;
-Erol n’oldu babama, anlatın nesi var. Allah’ım neden v.s.
Durumu anlatıp hangi ambulansla, hangi hastaneye gittiğini söyledik.

Ertesi gün ise öğle namazına müteakip cenaze namazını kıldık. Ardından babam defin işlemleri içinde yardımcı olmak üzere, son yolculuğunda mezarına kadar beraberdi.

O günden beri oğlu beni nerde görse selam verir ve yüzünde başka bir ifade, gözlerinde başka bir bakış vardır bana ve babama karşı.

Bunu niye mi anlattım? Belki ilk paragrafla arasında bir bağ vardır ya da ince biz çizgi...

damla damla boca ediyorum

Bocalıyorum, fakat bundan bile emin değilim.
Aklım elvermiyor aklımı. Uyumaya calısmak ne kadar kötü. Bunu hiç yapmasam bile kötü.
Er ya da geç döneceğim, şimdi öylesine süzüyorum ki, idrak ediyorum tane tane, damla damla...

15 Ağustos 2005

Bu mudur? Budur!

NewYork'ta bir yayinevinde redaktor olarak calisan 51 yasindaki George Turklebaum, gecirdigi kalp krizi sonucu hayatini kaybetmis... peki bu olayin diger milyonlarca kalp kriziyle olumden farki nedir derseniz: 23 kisiyle birarada calistigi acik ofiste, adamin kalp krizinden gittigi tam 5 gun sonra birisinin yanina gidip 'iyi misin?' diye sormasiyla farkedilmis.. Patronu, sirkette 30 yildir calisan George'un sabah ofise en erken gelip aksam en gec cikan eleman oldugunu, etrafindakilerle konusmadan butun gun sadece isiyle ilgilendigini soylemis.. bu nedenle de, her zamanki gibi masasinda bir yazi okudugu sirada kalbi durarak oldugunde kimsenin dikkatini cekmemis.. Bu olaydan cikarmamiz gereken ders:

"Kendinizi paralarcasina calismayin.. kimse farketmiyor"


Bu saatte halen şirkette olunca aklıma gelen ilk şey nedense bu oldu. Sanırım eve gitmekte fayda var.

ara ve bul

Bloguma arama motorları sayesinde denk gelenler var aranan kelime ya da kelimeler ise;

adsl2+
malazlar kibrit
gel artık
sözü olmayan müzikler
adsl modem almak
başım zonk zonk ağrıyor
adsl2 modemler
İllellezıne
uyan da balığa gidelim
adsl2+ türk telekom
çuff çuff oyun


:)

14 Ağustos 2005

sessizfilm

Evet.
İşaret bekliyorsun. Zaman zaman beklediğini unutuyorsun. Arada bir hatırına geliyor. Anlık duygu silsilesi yaşıyorsun. Ardından Lambaya püf diyorsun, Kendini sevmediğin zamanların oluyor. Neden sorusunu adını kullanarak soruyorsun. Kendine saygılı hitap ediyorsun. Fakat kendin sana cevap veremiyor. Cevapsız kaldıkça konuşmaların, kendini hırpalıyorsun, araya kırıcı sözler giriyor ve yine cevap yok. Bu anlık duygusal yoğunlukta, yorucu bir zaman akıyor yanıbaşında. Uyuyorsun; sana cevap veremeyen, kırdığın kendinle iç içe ve aynı yatak ve aynı beden ve aynı yastık üzerinde.
Uyanıyorsun.
Kalkıyorsun.

Devam ediyorsun;
Geceye çöken karanlığın, içine de çöktüğünü fark edeceğin, bir sonra ki “anlık, karmaşık duygular silsilesi”ne kadar…

13 Ağustos 2005

gereksiz

Şuradan giderek, ünlülerin küçüklük resimlerini görebilirsiniz..

Mesela kimler var;
Angelina Jolie
Bjork
Halle Berry
David Duchovny
Jean Claude Van Damme
Jean Reno
Jimi Hendrix
ve
Marilyn Manson

vs.vs.vs.

var da yok

Duvara çarptım, bittikten sonra... Ölmediğim için, duvardan öncesinden silkindim.

Bu sözlerle başladığım yolculuğum halen sürmekte. Her geçen gün, körelmişliğimden sıyrıldığımı fark ettikçe “hayırlısı olsun” un içerdiği o derin anlamı çok iyi anlamış oldum. Kalbimi, elimde görebildiğim zamanlarım vardı duvarın ardında.


Çoğunluğun oluşturduğu değildi; doğru olan, azınlıkta kalanların da oluşturduğu değildi; doğru olan. Özgürlük değildi problem. “Bu benim hayatım” değildi problem. Milyarların içindeki yalnızlık değildi hüznümüz. Tek olmanın verdiği yalancı haz değildi arayışlarımız. Milyarların içinde ki diğer yalnız eşini aramak değildi hayallerimiz. Çoğul konuşurken kendimizi saymadığımız değildi ayıbımız. Kendimize armağan ettiğimiz yalanlarımız değildi, düşük vicdanlarımız. Örtbas etmek değildi, sevgimiz. ………………………



İşaretler içinde boğuluyoruz. Üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek biliyoruz. Birileri doğrularımızı götürecek. Açığa çıkan her özgürlük vakfı eylemleri, kavramsal demokrasi üzerine yoğunlaştıkça, biz kabımız da yılan var mı? Diye soracağız. Teklik üzerine kurulan ve zeytinyağı üslubun da okşanan gururlarımız ile saltık ruh ikizi karmaşası yaşamayı tercih edeceğiz. Meşguliyetlerimiz olacak bizi uzaklaştıracak, O’ndan. Biz halen, biz olacağız…




Her yönden poyraz esiyor aklımın içine doğru.

Koşuyorum.
Düştüm.
Ayaktayım


Düşününce var olduğunu sananlardan mıydın sen de,
yoksa
Var olmak mı demişti birileri, yok olmayı göze alarak
Susuyorum.
Bir daha…
Gidiyorum.
Ardımdan bir ses;
Gençler bilse, yaşlılar yapabilse idi

Duyamıyorum
Affet
Düşüy…….

12 Ağustos 2005

yihhhhuuu

bugünkü mutlu hâlimin, yarına ait olduğunu fark ettim.
yarın çalışmıyorum.
yihhhhuuuu

Rahman ve Rahîm olan


ın Adıyla

Vel asr * İnnel insane le fi husr * İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr

11 Ağustos 2005

mudil sezgi

fark
edilmeyen,
gecenin
ışıltısında

birlikte
koşacağız
elbet,
yalnızlığa

anlamayacaklar,
anladıklarını
sanacaklar.

sadece...

9 Ağustos 2005

ADSL 2+

ADSL2+, standart ADSL hız limitini üç katına ulaşmasını sağlayan bir teknolojidir. ADSL standardında elde edilebilen en yüksek download hızı olan 8 Mbit/saniye, ADSL2+ standartı ile 24 Mbit/saniyeye çıkmaktadır. Artı olarak ADSL2 standardında bu hız sadece 12 Mbit/saniyedir. Kısaca ADSL2 ve ADSL2+ birbirinden farklıdır. ADSL2 başlamadan biten bir teknoloji ya da geçiş dönemi teknolojisi olarak adlandırılabilir ki bu her elektronik cihaz için dahi artık geçerli olmaya başlamıştır.

Adsl bağlantısının hızında;
bağlı olunan santrale uzaklık ve hattınızın kalitesine göre bağlantı kayıpları yaşanabilir. ADSL2+ sayesinde bu kayıplar çözüm bulmuş oluyor. Tabi bu çözümden yararlanabilmek için. Mevcut Adsl sinyali alan hattınızın ve modeminizin ADSL2+ olması gerekmektedir.
Teksas Instruments firması, geliştirdiği “Dynamic Adaptive Equalization” DAE teknolojisi ile bu çözüme öncülük etmiş oldu. DAE teknolojisi sayesinde modem, hattın kalitesine göre kendini ayarlayabilmektedir. Kopma sorunu sıkca yaşanan yerler de ADSL2+ tam bir çözüm sunacaktır diyebiliriz.

Sıra ülkemizde, ADSL2+ iyi dedik, güzel dedik. Fakat şu an itibariyle yeni açılan portlar haricinde diğer portlar ADSL standartına sahip. Sadece yeni açılacak portlar, tahminimce 100/150 bin adet olacak ve bu portlar ADSL2+ standartı ile gelecek. Eğer yeni başvuru yapanlar varsa ya da yapacak olanlar varsa, alacakları modemi seçerlerken ADSL2+ desteği olmasına dikkat etsinler. Aksi hâlde ADSL2+ portuna sahip oldukları halde bu nimetten faydalanamayacaklar.

ADSL2+ desteği veren modemler de bildiğim kadarı ile piyasada kısıtlı durumda. AirTies ve Zyxel marka modemler ADSL2+ desteği olduğunu söylemekteler. Bir de zaten elinde modemi olanlar için ise yapılabilecek ilk şey, modeminizin firmware update edilerek ADSL2+ desteği verip veremeyeceğini öğrenmek olacaktır. İlk ADSL2+ portların dağıtımı yapıldıktan sonra, mevcut ADSL standartına sahip bizler de, ADSL2+ için geçiş hakkımızı kullanabileceğiz ve bunun için ücret ödemeyeceğiz (ödemememiz gerekir). Umarım artık Türk Telekom bir şeyler başarır ve eline yüzüne bulaştırmaz.



Biraz da işimizden bahsedelim diyerek, ADSL2+ standartından bahsetmeye çalıştım. Umarım yararlı bilgiler verebilmişimdir.

8 Ağustos 2005

çaydan poşet

poşet çaydan nefret ediyorum.
ne çay tadı var ne poşet..

elektronik posta balığı

Biri bana mail atmış;
"uyan da balığa gidelim" demiş.
(komik)
Ama ben balık tutmasını sevmem.
(olsun komik.)

7 Ağustos 2005

hede şeysi

Baş ağrısı ve Zonk Zonk lamalar yok oldu gibi ya da ben alıştım fark edemiyorum. Kendimi abur cubura adadım. Hapara hupara yiyorum. Lık lık lık içiyorum. İçerisinde çıstak ve dımtıs olmayan müzikler eşliğinde patara kütere dans ediyorum. Arada bi miskinlik belirtisi olarak hart hurt kaşınıyorum. Sigarayı çuff çuff latıyorum. Msn den lay lay yapıyorum. Uzun suredir açmadığım tv yi bugün çatır çatır açıp, şrak diye kapatıyorum. Birazdan hangi filmi izlesem diye kara kara düşünüyorum…

havam yok

Bugün günlerden başım ağrıyor. Daha önce de bu günü yaşamıştım. Deja vu değil.
Gecenin gec saatlerine kadar kulaklarımdan içeri aldığım o şiddetli muzik, başımın içine yerleşti.
Uyurken de sunburn ile uyumuşum ve sadece uyumuşum, dinlenememişim.
Baş ağrısı dinmek üzere ve yerini sağanak zonk zonk lara bırakıyor.
Ben ıslanmaya gidiyorum, tipiye dönmeden..

Bazen çok kızarım

Arkadaşım üzerime gelme. Israr etmenin bir sınırı yok mu sen de. Sus artık. Hayır, cevabını kaç kez daha duymak istiyorsun? Adet varsa kafanda belirlediğin söyle de hayır ile çarpayım. Bu sözleri söylemek istemezdim ama sen bu sözleri bir araya getirebilmemi ve şu dilimin ucundan çıkabilmesini sağladın. Belki de bundan sonra, bir daha hiçbir konuda bana ısrar etmeyeceksin bu sözlerimden dolayı, hatta belki de hiç söylemeyeceksin. Umarım bunu yapmazsın, fakat sanmıyorum.



Bu sözleri söyleyemedim fakat ramak kalmıştı. Sinir oldum.

6 Ağustos 2005

kansız cografyam

Gözyaşlarıma ait hikâyelerin içinden çıkagelen, bir sevgi destanı yatıyor, ak düşen saçlarımda. Sen ölüme kokuyordun, ölmek için emrinde bir sürü nedenin vardı ve öldürmeye gidiyordun.

Kızıllık serilirken ellerimin arasından yeryüzüne, yeryüzü kızıllığın ışıltısını alıkoyuyordu gözlerime. Ölüm kırmızı olmazdı bu coğrafyalarda, ölüm tek başına gelmeliydi kana çalmadan rengini. “Sen”lerden bir ölüm değil, bir zulüm değiyordu kanıma. Akamıyordu. Olmazdı bu coğrafyalarda…

Sen, zulmüne sadık kal.
Rengini kırmızıya çal.
Ve giderken ölümlerine,
Hikâyelerini de yanına al.

oheh

Bilgisayarıma, Western Digital 36 GB / 10.000 rpm / 8 mb cache disk takarak, işletim sistemini kurmuş bulunmaktayım. Sonuç olarak sistem uçuyor, Powera basmamla desktop ın ekranda belirmesi aynı anda oluyor. Tamam kabul ediyorum, Power’a biraz yavaş basıyor olabilirim. Fakat Windows XP boot sırasında akan çizgi, 1 tur at(a)madan geçiyor.
Mutluyum : )

Bir miktar “hayvanlık” ederek sistemdeki disk kapasitesini de 1 terabyte üstüne (1106 GB) çıkarmış bulunmaktayım.
Huzurluyum :)

mor-ar-dık

Yıkılıyordu sessizce içimde yuvaladığım kumdan tepelerim.

Yaşam kadar gerçek - yaşamak kadar sahte kumdan kalelerin vardı belki -

Çık.

4 Ağustos 2005

sus-adım sodaya

Ben-soda var mı ?
çaycı-var abi..
B-elmalı soda getirsene bi tane. kaç marka bu arada soda.
Ç-3 abi
B-oha 600 bin lira mı soda..
Ç-bakkalda 500 abi..
B-tamam işte ben de onu diyorum
Ç-ama bizimkisi hizmet abi, ayağınıza kadar getiryoz
B-doğru, haklısın.. Peki sodayı ayağıma getirmeye 100 bin lira alıyosun da çayı ayağıma getirmek için ne kadar alıyon.
Ç-Çay 200bin abi ondan almıyoz.
B-Döverim seni, git iki soda getir ama ayrı ayrı getir. yoksa birine 500 veririm.
Ç-tamam abi..

uyku-sus

Bugün kendimi son derece yorgun, bitkin, harap ve bitap düşmüş hissediyorum.
Uykusuzluk da var.. Zor gün..

rablura ratıskı

bildiğim her şey girdi birbirine ve oldu aklımda ki kavramlar bilmediğim bir dil

umar

Yok, yok. Yakın olmak istiyorsan, uzak olacaksın.

3 Ağustos 2005

alametifarika

Birkaç yıl aradan sonra odamda ki dolabı açacaktım. (Oheh, cümleye bak) Yok, yok efendim öyle değil, dolabı açmaya giderken ki modum bambaşkaydı “Çekilin, ben açarım, daha önce görmüştüm, deneyimliyimdir bu konularda, arkadaşlar arasında fena tanınırım, tahtadan en iyi ben anlarım, teorik bilgi ile tecrübemi birleştirip…. Tamam yeter. Sus…”

Niyetim sadece kapağı açmak değil, içinde neler var o’lum kaç yıldır açmıyon bir bak hele gibi bir şey olsa gerek fakat o anki ruh halimi tam hatırlamıyorum ve uykusuzluğuma veriyorum.. Belki de çok önemli bir kâğıt ya da resim falan bulucan ve her şey bambaşka olacak tribinde değildim tabi ki. Neyse açalım artık dolabı. Açalım. Açıyorum. Açtım. İyice döktüm hepsini ve ardından “hassktr off şimdi bunları toparlaması var bir de” gibi bir karamsarlık sardı bünyeyi. O sardıkça ben yatağa yanaşıyordum. Sarıyor, yanaşıyorum, sarıyor, yanaşıyorum derken valide hanım odaya teşrif etti ve beni o trans halinden çıkarıverdi. Fakat odayı o halde görünce annem transa girdi bu sefer. Neyse ki şimdi iyi kendisi, sıhhati falan yerinde.

Bir de konuyu dağıtma huyum vardır benim, nerde kalmıştık. Büyük bir poşet çıktı böyle bir sarmalanmış ta malanmış cinsinden. Poşetin fazlaca sarmalamasından dolayı sarmal sinir yüklünen ben, onca boğuşmanın ardından karşımda ne gördüm; “Sega Mega Drive II ” ve aldım hemen tv ye bağlamak için fakat o da nesi konsolun adaptör girişi kırık, tamir edelim hemen alalım havyamızı, iki cız bız oheh tamamdır. Şrak karşımda ekran “Di ri li lü, li lü di ri lü” tarzı bi oyun “Galaxian” gibin bişey bu yahu. Kasette birkaç pestenkerani oyun daha mevcuttu fakat ben sıkıldım, eskiler göründüğü kadar güzel değilmiş yahu. Ellemeseydim o dolaba hiç, “Sega MD II” ben de daha farklı kalacaktı. Geçmişi daha fazla kurcalamamak ve geçmişsel değer kayıpları yaşamamak için, her şeyi dolaba geri tıktım. Dolabı valide hanıma havale ettim. Hayırlısı…

Sonuç kısmı olacak mı bu yazıda.. Hmm. Pekala;
Sonuç kısmı işin hep en boktan kısmı olmaktadır. Bir deyim ve/veya birine ait bir söz ile pekiştirelim olayı ki, millet kulagına küpe yapsın.. Bir de "Kulagında Küpe" si olanları unutmayalım diyerek. Onlarada bir yerlerden elma, armut atalım belki yerler..

2 Ağustos 2005

öğreti

Hayatımın geri kalanında… Bir dakika ben bunu kaçıncı defa söylüyorum “geri kalanı” diye. Geri kalan mı? Güldürme artık beni. Kendin dahi inanmıyorsun artık geri kalanına. Hayatın değil de kendinden “geride kalan”ının sana ne getirdiğine bakmalısın. Yapılan her kötülükte “uyulan şeytan“gibi olmuş hayatın. Olmamış aslında, bilinçsiz bir yakıştırma seninki.

Farkında olmamak ne kötü, doğduktan sonra çevremizi sarmış olan ve “öğreti” ile gelen o kadar çok şey var ki, sanki doğum izi gibi.

Akrabalarımı birçoğunu sevmem, sevdiklerim ise akrabam olduğu için değil, o kişi oldukları için bende sevilir. Sevmediklerim akrabam olmasa ve yine karşıma çıksa yine de sevmem. Akbabalar pardon akrabalar da insan, dışarıdaki insanlar gibi, sevme zorunluluğum yok onları. Doğurganlıkla ilgili bir bağ var diye sevmek zorunda değilim. Akrabalık bu noktada bir öğreti oluyor. Eğer bize en başından beri “Hemşehri” lik kavramı, akrabalık kavramı gibi öğretilseydi, aynı durum “hemşehri” lik kavramı için söz konusu olacaktı. Sadece kabul görmüş bir sistem bu akrabalık. Yaşlı insanlara saygılı davranırım, akrabam olması ya da olmaması bu durumu değiştirmez. Sevdiğim veya sevmediğim kişinin akrabam olması ya da olmaması hiçbir şeyi değiştirmez.

Akrabalık bu durumda sadece evlerine rahatça girip çıkılabilecek ve çat kapı rahatsız edilebilecek düzey insanları oluyor. Kuzenimi severim. Yılmaz olduğu için. Bir yabancı olarak tanışsaydım kendisiyle, yine severdim.


dip: Arkadaşımla geçen diyalog tan sonra bu konuyu yazma eğiliminde bulundum ve yazdım.


alt bilgi:
Estağfurullah=Teşekkür edilen veya övülen bir kimsenin söylediği bir incelik ve alçak gönüllülük sözü.

1 Ağustos 2005

bekleyiş...

Seni gördüğüm anda, seni bana isteyen tanımsız devinmelerim oluyor, beden kaybı yaşıyor ardından yitiyor bilincim ve düşüyor çevresinden aklımın, aklım çekiyor bulut misali seni ve su niyetine buhar ediyor, bırakıp damlalarını tane tane kalbimin ortasına döküyor. Kitabımın cüzleri, cüzlerimin sayfaları, sayfalarımın satırları ve kelimelerim hep seni yazıyor, seni karalıyor ve sana tükeniyor kalemlerim ve karakalem çalışıyor gidip gelen yüreğim, tutarsız kalp atışlarım, sıfıra yakın nabzım, parlayan gözlerime ışık tutuyor içimdeki derin kasırgalarım. Işığının dibi görünmezken, dipsiz karanlığımı aydınlatıyor nurun ve etsiz bir kemik, kemiksiz bir et oluyor bedenim, ayrılıyor birbirinden ki seni bekliyor gelesin de buluşturasın bizi ve acısı dinsin ve unutayım sensizliği ve tekrar gideceğini düşünmeden kalayım bedenimle, yarınlarıma vereceğin dirlikle kalayım ayakta, ölmeden göreyim seni bir kez daha, hiç olmayacaksa gönder hayalini rüyama… Tekrar ediyor bu yürek, ey nurum; “Gel artık, bekletme beni...”

mr. and mrs. smith

Ve sonunda Mr. and Mrs. Smith izlendi.
Film için şu yorumu yapabilirim ki, Jolie ve Pitt üzerine yapılmış bir film. Herhangi bir başka ikili olsa, bu film tat vermezdi.
Kanımca, sevginin “sert” olarak sergilenmiş olması, filmi izlenesi yapan dürtüyü verdi. Belki de Jolie faktörü dürtünün ta kendisi olmuştur. - kendi adıma-. Film’e konu olarak bakıldığında pek etkileyici değil. Fakat sahne gereği olması gereken tüm etkilemeler tat vericiydi.

Jolie ve Pitt arasında ki izleyeni gülümsetecek diyaloglar iyi seçilmiş. Jolie tarafından hedefine gönderilemeyen bıçağın Pitt’ e konuk olması sonrası oluşan, karşılıklı mimik ve diyaloglar film boyunca mevcut ve komik. ( :) )

Evi darmadağın ettikten sonra ki sabah, kırık bardakta meyve suyu içtikleri sahne yoğun bir “aşk yeniden” kokuyordu. O an her şeyi bırakıp Pitt in elinden o bardağı alasım gelmedi değil. Fakat iki oyuncunun da tetikçi olması beni engelledi. (:p)

Filmin projesinde yer alması için ilk olarak Nicole Kidman düşünülmüştü. Fakat A. Jolie en doğru karar olmuş diyorum.

Sonuç olarak; Güzel bir Pazar gecesi geçirdim, keyif aldım. Filmden sonra yüzüm gülüyordu.. Hâlâ :)

yıl olmuş kaç, sen hala ne?

bir alttaki yazı ile bu yazı arasında 15 seneden fazla zaman var. neredeyse 6000 gün. altıbin adet doğmalı batmalı gün. hepsi de adrese tesl...